17 Haziran 2008

Özlüyorum ....


(Niko, yazılarıma da ortak olmaya başladı.. Yazıdaki 3 kare fotoğraf, Kale Festivalinde bana bakanlar ve Niko'nunda şahitlik ettikleri.. Siyah-beyaz "Denizde Çocuk" fotoğrafı da, Kocaman yürekli bitanecik kuzenimin, ben fotoğraf çekmeyi seviyorum diye tüm filtre ve objektifleriyle takım taklavat bana hediye ettiği digital olmayan Canon AE1 ile, 2006 yazında Bodrum'da, suyla oynayışını saatlerce izlediğim çocuğun fotoğrafı... Çocuk, saatlerce su ile oynadı.. Taşları dizdi.. Onları denize attı... Fakat, arka tarafta benim ona gülümsediğimi hiç farketmedi. Umarım onun için bu anlar, ömründe hep gülümseyerek anımsayacağı anlar olur..)
-----

Sanırım çok zor anlatmak seni.. Aşk acısı seni anlatmaya yeterdi şimdi belki..Ama ya aşk acısıyla bütünleşmemişken anlamın, başka birşeyse anlatmaya çalıştığım..

Özlediklerimi anlatmak, hep bende bir mahcubiyet yaratıyor.. Çaresizlik gibi anlattığımı sandığımdan belki... Belki de sözcüklerim “geri dönsem o an’a ve yıllara” diye kıvranıyor gibi geliyor, ondan mahcubiyetim.. Ama aslında en insani yanım özlüyor.. O anlara değer biçerek ve tadını çıkararak özlüyorum deli gibi.. Ne kadar özlüyorsam, kendimi şanslı görüyorum.. Ne kadar özlüyorsam, o kadar değer kazanıyor “özlediğim”... Gülümsüyorum sonra... Çünkü özlediğim herşeyi hala aynı mutlulukla hissediyorum..

Çocukluğumu özlerim sık sık ben...İçimde kendi büyümeme dair izler taşıdığı için belki...Ve yıllar geçtikçe taşır büyümeye direnişlerimi, ben büyüdükçe...Ve çocukça hayallerimi, düşüncelerimi saklarım onunla.. İçimde büyümenin verdiği olgunluğu göstermediğimi sandığım her naif duygunun örtüsüdür ayrıca bu özlem.. Naif ve saf birşeydir orada söylenen, beni bu yaşıma taşımıştır ve tam içimden, kalbimden geçer.. O çocuk kırılsın istemem... Özlerim çocukluğumu.... Gülümseyerek özlerim... O zamanlarımı her anışım, sevgi verir, ılıklaştırır yüreğimi... Geçmişi affetmek, geleceğinizi aydınlattığı gibi, bende çocukluğumu özlemle anarak, taşırım o sevdiğim şaşkın çocuğu hayatımın tüm katmanlarına.....

Hatırlamak, bilerek yapılan bir eylemdir sanki... Ben anımsamayı severim... Birden anımsarsınız çünkü... Bazen gözlerimi kapatıp, dışardan gelen çocuk seslerini dinlerim.. Çocuklar sanki denizde oynuyordur o anda.... Hele bir de güneşte vuruyorsa anımsamama..... Özlerim yine... O pervasız tatil günlerimi, kumsalı, maviyi, denizi özlerim... İlk aşkımı anımsatır deniz bana.... Acemiliğimize gülümserim...

Yolları severim... Geçip giden her manzara, aynı değildir aslında... Bir tanesine takılınca, pencereden kaybolsa bile kalır ya aklınızda.... Anımsatır nedensiz.. Gördüğünüz nadasa bırakılmış bir tarla veya kilden yapılmış testiler satan bir amca da olsa... O manzara, bir sözcük düşürür aklınıza... O sözcüğü duyduğunuz anı özlersiniz... Doya doya yaşarsınız o sözü, söyleyeni, yolu, sindire sindire, kelime kelime ... Duyduğunuz zamanki gibi gülümsersiniz, yol aynı yol olmasa da...

Ben arkadaşlarımı özlerim sonra çokça... Çok yakınımdayken, yanımda otururlarken bile özlerim bazen... Artık uzağıma düştüklerinden belki... Bizi güzel anlarımızdan uzak düşeren içimizdeki mesafelerdir.. O yol geri gidilmez.. Yakındadırlar ama uzaktır mesafeler... Ama yine de içim gülümser, ben yanımdakini özlerim..

Bazen bedenen benden uzakta kalanları da özlerim. Onlar sözcüklerle ifade edilmesi zor bir kelime olan “kilometrelerce” uzakta da olsa benden... İçimde hep bana çok yakındırlar.. Onlara içimden sarılarak, özlerim.. Bilirim onlarda sarılırlar bana ve sarmaş dolaş gülümserim..

14 yaşımda annemin “Artık tek ve kendi başına bunu başarmalısın “diye beni ağlata ağlata yolladığı bir izcilik kampı vardı... Hayatımda bir hafta gördüğüm ve bir daha görmeyeceğimi bildiğim oda arkadaşlarımla vedalaşırken ağladığım anı bile özlüyorum ben... Ne güzel bir ağlamaktı o... İsimleri aklımda kalmadı hiçbirinin, özür dilerim.. Ama çok özleniyorsunuz, lütfen bunu bilin..

Annemin yemekleri var sonra... Özlerim çok fena... Yapmaya çalışşam da onunki gibi olmayan hani... Değerini hiç bilememişim gibi, önümdeki tabağa bakarken özleye özleye yiyerek, kendimden geçerken midemle gülümsediğim..

Ve vedalar var tabi... Özleyeceğimi bile bile veda ettiklerim.... Ellerimden kayıp gidenler.... Çok özlesemde, gülümsetenler yine de.... O özlemi, hayatımda varoldukları için, içimden teşekkür ederek gülümsemeye çevirebildiklerim...

Bu anların tarifi mümkün değil... Aşk ile olan özlemin bir kıvranışı vardır.. Benimkilerin hepsi hayatı duyumsamaya dair anlardan ibaret aslında... Hayatı ve değer verdiklerimi özlemle anmazsam, ben olamam...Özlediğim herşey çok kıymetli.. İyi yada kötü gülümsetiyorlar ya beni, yeterli...

Çölleri seviyor biri, bir yandan da doğayı özlüyor... Sanırım ağaçlara sarılmayı özledi ve kendine gülümsemeyi bu aralar ihmal etti.... Başka birisi de özlüyor, sabah kahvaltıda nutellanın bile eksik olmadığı ve tüm günün ona ait olduğu Pazar günlerini... Çok çalışmaktan yorulmuş olmalı, sanırım tembel güne gülümsemeyi özledi.. Birisi mesai saati bitince koşarak evine gitti, özlemle öptü –kokladı, sarıldı kızına... Ve aslında o an, gülümsedi kendi çocukluğuna.. Biri denizi özledi, gitti, içinde buldu kendini....Ne kadar özlediğini hatırladı suyu ve onda yarattığı dinginliği... Biri, genlerinde olan yaratıcılığı özledi.. O gün fotoğraf makinesinin vizöründen baktığı çocuk, en doğal haliyle ona kocaman gülümseyerek dondurdu kareyi... Ve biri de, tekrar anne olmayı özledi.. Yakında ağırlayacağı misafire gülümsediğini karnını okşayarak belirtti... Bir diğeri, o gece özlemeye dair bir yazı yazdı, hatırlayarak bir sürü güzel an’ı ve geçmişi...


Hepimizin özlediğimiz anlarımız, anılarımız olsun dilerim..
İşte bu an...Bu an unutulmaz bir an dediğimiz...
Bunu dediğimiz her an gülümsüyoruz zaten ne ilginç ki...

Çok şanslıyım ki çok özlüyorum....
Ve hep gülümsüyorum.

:)

Brajeshwari / 17.06.2008

12 Haziran 2008

Bu Sen misin?

(Farklı olduğuna dair, kabul görmek değildi derdi.. Pembe kafalı kadın sadece içindekini söyletti.. Artık inandığını... Tekrar etmemek adına kendini, inandığını yazdı.. Sordu "bu senmisin " diye... Ve yazıyı yazdıkça Burcu'nun burnu da biraz daha uzadı, uzadı...)
*
*
Önce Kırmızı dedi.. Kırmızı giymeye korkar oldum.. Çok yakışıyor olsa da bana.. En son pembe saçlarıyla ortaya çıktı. Hiç mi çirkin olma kaygısı duymaz bu kadın.. Kim ne derse desin, yaşını başını almıştı ama benden fazla bir delilik potansiyeli vardı ve çok fena uçuktu.. Kimlerine göre de o tam bir çakma Madonna.. Yapıştırdık mı etiketi böylece.. Bizden farklı ya içimize alasımız gelmez bizden farklı olanları...Dışlarız çok fena...


Umursamadı..Umursamayacak kadar önemsizdi belki de herkes ve herşey.. O sadece şarkısını yazdı ve dansetti.. Aksak ritm, disco pop parçalarına en saçma sözleriyle bile –vucudunuzu iki yana sallandırdı.. Dımtıs dımtıs.... Bugün arabada onu dinlerken gözlerime güneş girse de inatla, o ritm ile hava karardı -yukarıda disco topu dönmeye başladı..

En rüküş seçilirdi her zaman-şimdi ise saçlarını pembeye boyadı.. Çirkinmiydi.. Hayır özgündü.. İstediği buydu yaptı.. Kimin umrunda ne dendiği...Üstüne giydiği damalı taytını beline kadar çekti.. Kim demiş pamuk prenses gibi lüle saçlarıyla dolaşırsa “ standart” güzel olunurdu.. Ne istiyorsa onu yaptı.. Güzel oydu... Dımtıs dımtıs...

Yan yan yanmam lazım, daha çok yol almam lazım, kendimden caymam lazım dedi.. Kafayı sıyırarak caydı kanımca.. Alt yapısında cayacak potansiyelini de zorlayarak.. Tüm güzellik fenomenlerini alt üst ederek.. Son kasedinde bir parça bile yok “Ohh ne şukela” denebilecek.. Belki henüz alışmadı kulaklarım şarkılara.. Ama dımtıs yetiyor sallanmaya.. Ve çok önemli bir söz söylüyor... ”Pinokyo, ne kadar çok sözün var, o kadar uzun burnun...”

Sözler uçuşur kafanızda, burnumuz uzamaz ama.. Şarkı olmaz bundan dersiniz..Yazı çıkmaz bir türlü... Bazen karşınızdakine kendinizi anlatmaya bile yetersiz kalır cümleler...İnanmazsınız sözlerinizin yeterliliğine... Üç cümle ile şarkı yaparsa bu pembe kafalı -damalı taytlı kadın, sözün az ve özlüğüne mı varırsınız böylece?... Yoksa, sözlerin sayısal çokluğunun değersizliğine mi? Burnumuz kaf dağını aşmışken, ne farkeder ki uzamış uzayacağı kadar...


- Kendinizi, müziğinizi sürekli değiştirerek risk almış olmuyor musunuz? diye sormuşlar ona..
-Bence kendimi tekrar edersem risk almış olurum .. demiş...

Hepimiz tekrar ederken kendi bildiğimizi–belki de risk bitmiş-uçurumdan atmışızdır kendimizi... Risk hep insanın kendini tekrar etmesi ise, biz tekrar ederek kaçıncı tura dönüyoruz o zaman... Ya da uçurumdan çoktan düşmüşsek, hala bir şans var mıdır bizim için?

Çakma Madonnalar var etrafta.. Ve hepimiz kafamızda kurguladığımız “birşey” olma halini, standartlara sokarak yapar haldeyken, bir türlü olmak istediğimiz olamayız ya.. Olma yolunda mutlu da değilizdir bir de.. İçimiz de bağırıyor bir yandan, "bu kim sen misin " diye...
*
Bırakıp, olduğu gibi olmalı.. Saçlar yeşil, tayt damalı... Neden olmasın...
*
O zaman disko topu bizim için döner, şarkı bizim sayemizde var olur, içimizdeki pinokyo tahtadan almaz gücünü, olmak istediği şekliyle varolur, cümleler azalır sonra.... İşte o zaman dımtıs-dımtıs... Aksak adım- iki yana sallanarak ritm tutarız kollar iki yanda dansımız ve keyif aldığımız farklılığımızla....
...

04 Haziran 2008

Sarmaşığa sarılmak..

( Bu yazı hiçbir kimse veya olaya dair değil, kendi bağımlı olduğum duygulara veda niteliğinde yazılmıştır.. Bazi bitkilerimi büyütüyorum zevkle hala bahçemde.. Umudumu yitirmeden, aynı ilk gün ki aşkla...)

Fısıltıların çiceğidir o.. Sarmaşık... Sarılmak ki, dünyada bir çok insanın beceremediği...

Bir köşeden başlar büyümeye... Gölge ve kuytu yerdir orası.. Sarılmak için büyür... Varolur belkide sarılacağı binanın hiç farkında olmadığı o kör köşesine..

Bilir mi o kör köşeyi derim her sarmaşık gördüğümde.. Köşeleri mi sever yoksa ... Onlar sizinde köşelerinizden mi sızar, dış duvarlarınızdan en gizli odalarınıza....

Her büyüme gibi, heyecan katar, yeşilliği ve sarmalamasıyla insanı... Duvarınız sayesinde büyür sanırsınız, oysa doğadır onu vareden, unutursunuz.... O duvarlar ki, en dış çeperiniz, korur sizi kaleniz gibi...

Sarmaşıklar, arap saçları gibi karışık değildirler.. Aşağıya doğru ilerlemez büyümeye olan iradeleri... Yükselir onlar, büyür yaprak yaprak... Uzar sarmaşık sizi de içine sararak.....

Bir sicim bağlarsınız büyüsün diye.. Büyüdükçe unutursunuz o sicimi... Sonra büyüdüğünü görerek mutlu olursunuz sadece.... Yolunu sicimle siz seçseniz de, yana doğru ilerlemeye başlamıştır çoktan dış çeperinizde... Sonra yine ipler dolarsınız bedenine... Siz hizaladıkça, o dağılır.. Unutursunuz yine, yolunu çizmek için uğraş verdiğiniz sicimi de, ipi de.......

Sarmaşıklar sıcak tutar evinizi derler... Duvarlarla nefes aldığındandır belki... Duvarlar ve yapraklar bir nefes alır...O bir nefes duvara yetmez işte...Nefes alamaz olur duvar, sarmaşık büyür, ısıtır evi ve her köşeyi, içten içe çoşkulandırır... Gerçi kim sarılsa size öyle, sıcacık olmaz mı içiniz de , yüreğiniz de...

Balkonlarımızdan geçer, içeriden kök vermişse odalarımız arasında dolanabilir sarmaşık.. Ve bazen manzaramız olabilir bizden dışarıya bakarken... İçinde böcekler besler, onları da taşır çeperlerimizden... Çoğalır, kemirir, olmadık yerde karşımıza çıkar o minik minik böcekler.... Suçlu hep böcekler olur, sarmaşık sadece büyür.... Suçluyu görmeyiz, derdimiz belki de sadece “sarılınmış olmak”..

Bazen biz dikeriz kendi topraklarımıza, ayağımızın ucuna.. Sarsın diye bizi...Sarsın...Sarılmaya ihtiyaçtan...Sarılınmaya... Kale gibi sağlam duvarlarımız vardır ama yetmez.. Bir güzellik katar çehremize, sıcak tutar..Fısıltı çiceğidir o, kulağımıza fısıldar.. O büyüdükçe beraber uzanırız sanırız gökyüzüne... Çoşkuyla büyür..Güneşe yaklaştıkça, sanırsınız ki sizde güneşe artık yakınsınız..

İncir ağacının kötü kalpliliği yoktur sarmaşığın köklerinde... Duvarları parçalamaz o, yolları ayırmaz.. İncir ağacı, toprağında yılanlar besler, dallarında cinler taşır, terkedilmiş evlerin dibinde zaferini işaret eder kimilerine göre de.. Oysa ahh o sarmaşık... ince ince yol alır. Hayatınızda sevdiğimiz ve severek körü körüne sarılsın dediğimiz herşey gibi sarılır bize ..

Sarmaşık duygularımız, sarmaşık ilişkilerimiz vardır bizim... Besleyip büyüttüğümüz böyle... Sarılmaya ihtiyaçtan... Sarılınmaya belki de.... Her sarmaşık gibi sanırız sıcak tutarlar bizi... Her sarmaşık gibi odalarımızdan sinsice girerler içeri...Ve biz onları besler büyütürüz, sanırız ki beraber uzanabiliriz gökyüzüne ve güneşe... Yanılırız.. Adaletlidir güneş oysa her birimize....

Budanması uzun zamandır ihmal edilmiş, tüm dallarıyla beni saran sarmaşıklarım.. Sarmaş dolaş bir hayat geçireceğimizi sanmıştım. Oysa siz bana değil, ben size sarılmışım bunca zaman.. Anladım....

Budadım sizi bugün...

Ve biliyorum güneş beni de ısıtır, sever ve büyütür..
Adaletlidir güneş çünkü her birimize.... Artık biliyorum..
Ve şimdi gerçekten nefes alıyorum duvarlarımla, bedenimle..

Duvarlarım çıplak kaldı...
Kalsın...Sağlam kaldığı sürece çıplak kalsın...

Odalarımı soğuk sanıyorum...
Oysa içerde ben varım... Isıtırım nefesimle....

Ve sarılınmıyor artık bedenim bir sarmaşığın yalan aşkıyla sarılınmak-sarmalanmak ihtiyacı içinde.. Olsun..

Ben sıkıca sarılıyorum kendime...
...

Brajeshwari / 03.06.2008