29 Kasım 2008

Gecenin Solak Sayıklamaları

Canon AE1/2006/Bodrum


Ağaç olmak, yol olmak, yediğin yemek olmak, baktığın şey olmak, karşında sevdiğin insan olmak, pozitif olmak, mutlu olmak...

Ve Yol almak....

Kimsin sen? Nereye koşuyorsun? Peki ne olmaya çalışıyorsun.. Başarılı olmalısın, sağlıklı olmalısın, kazanmalısın ve yaşamalısın...

Bugün arkadaşına tavsiye ettiğin o evrensel bilgiyi, sen uygulayabiliyor musun?

Kaç kütüphane kitap taşırsın aklında... Bir sürü bilginin kölesi gibi yaşar durursun. Hangisini tam bilirsin peki?Hangisini uygularsın?

Düşün bakalım bugün ne konuştu ağzın, karşılığında ne söyledi yüreğin... Sızlandın, söylendin, sitem ettin de tüm bunlarla, evrene bir tohum daha attığının farkında mısın?

Yapmaktan ve olmaktan bahsedebilirim bu yazımda. Herşeyi yapmaya çalıştığımızdan, olmayı bir türlü beceremediğimizden. Bir uygulamanın, bin bilgiye değer oluşundan bahsedebilirim. Yazımda bilgiyi uygulamak için her gün diet listesi gibi, farkındalıkla düzenli bir şekilde uygulamaya çalıştıklarımı da içine katabilirim....

Bilinçsiz bilgiler ve bilgililer çağından bahsedebilirim. Televizyon aptalını, reklamlarla nasıl kandırıldığımızı yazabilirim, bir ay önce gündemdeki konuşmaların neden unutulduğundan, sokakta çevremizi kirleten tabelalardan, gazetelerden, kitaplardan, internetten, sözcüklerin kirlettiği alanlardan girebilirim yazıya.. Çok şey bildiğini sanmakla, bilinçlice bilgiyi kullanmayan- uygulamayanlara da yazımda dem vurabilirim...

Sözcüklerimizden bahsedebilirim. Aslında sözcüklerin enerjisiyle neleri hayatımıza çağırdığımızdan, neler yarattığımızı evrene attığımız o sözcük tohumlarından...

Pozitif olmaya çalışırken, negatifte kalmak hakkında yazabilirim. İkisininde aslında aynı olup, bu oyunun parçaları olduğunu, asıl amacımızın başka olduğunu anlatarak...

Yoga sayesinde deneyimlediğim ruh, beden ve nefes bütünlüğünden bahsedebilirim ve hepsini birbirine yetiştirmenin zorluklarını yaşadığımı da yazıma katabilirim.

Sadeliği yazabilirim. Doğayı kıskandığımı anlatabilirim. Sadeliğe nasıl ihtiyaç duyduğumuzu. Sahip olduklarımıza sarılırken, aslında ne kadar korktuğumuzu...

Yeni yılın gelişini yazabilirim. Hayatı zamanlara bölmenin manasızlığından bahsedebilirim ve alt metinlerde sinyaller verebilirim aslında yeniye dair ister istemez oluşan hayallerimin varlığından...

Son zamanlarda hayatın bana çektiği sınavlardan bahsedebilirim, aldığım derslerin içimdeki notlarını yazabilirim ve sorularıma yazımda cevap arayabilirim.

Meleklerden bahsedebilirim sonra. Hayatıma tesadüflerle giren, dostluk-arkadaşlık ilişkisinden / ilişikte- yan yana olmaktan öteye, eski hayatlarımızda tanıdık olmakla, mucizelerini, içime işleyen dokunuşlarını, yaptığımız yolculukları da anlatarak...

Son zamanlarda yediğim yemeklerden bahsedebilirim. Tariflerden öteye, yemeklerin taşıdığı enerjiyi – şifalarını arttırarak aslında yemeğe olan saygı ritüellerinin nasıl yapılacağını da baharat gibi yazımın içine katarak....

Kedilerim Shiraz, Bidon ve konuşan kaplumbağam İskender’den bahsedebilirim size olmadı, onlarla kurduğum dostluğu ve tüm paylaşımlarımızı anlatabilirim, içinizi de biraz ısıtarak...

Son bir ayda yaşadığım asansör dialoglarından bahsedebilirim. Komşuluk kavramını öldüren asansörde, başımdan geçenleri anlatabilirim. Başlığı da “Bizim apartmanın sakinleri” koyabilirim mesela..

Patlamış mısırların tam patlarken fotoğraflarını çekmek istediğimden bahsedebilirim. Bir imkansızı, fotoğraflayabilirim yazımda.. Onlar tam patladığı anda tencerenin içinde yağa bulanmış olarak kendimi nasıl bulduğumu, objektiften gördüğümü, neden heyecanlandığımı, anlatabilirim hayal ürünü o kareyi...

Sonra hayatı kolaylaştıran olumlama oyunlarından bahsedebilirim, okuduğum kitaptan, dinlediğim şarkıdan da alıntı yaparak...

Nlp çalışmalarında kullanılan sözsüz iletişim ile ikna çalışmalarından bahsedebilirim, yazımda kendimi sözcüklerle ikna etmeye çalışarak, anlatmaya çalışırım.

Son zamanlarda yaptıklarımdan bahsedebilirim sonra... Bloğun yan sütununda her hafta değiştirdiğim güncel olayları biraz geniş tutarım..

Hiçbirşey yazmasamda olur aslında... Bu geceyi de yine komşu blogları okuyarak geçirebilirim, yazıların içinde kendimi düşüncelere dalmış bularak...

Herşeyden bahsedebilirim, ama en kötüsü işte böyle kararsız kalıp, başlayamamak..
En güzeli yazma işini bugünlük askıya alıp, konuşan içimi susturmak..
Sonrada gidip, bir güzel uyumak...

24 Kasım 2008

Günü anlamlı kılan tüm Öğretilere ve Öğretenlere...


Geçen yıl 25 Kasımdı. Annem ile günlük rutin telefon konuşmalarımızdan birini yapıyorduk. Annem her telefon konuşmamızda olduğu gibi cilveli değil, soğuk ve mesafeliydi.

Ne oldu Annecim, ne bu ses ”dedim şaşırarak.
Dün aramadın beni” dedi aynı sitemkar tonda.
Duraksadım. Anlayamadım bir an...

Dün Öğretmenler günüydü Burcu, bir arayıp kutlamadın beni” diye ekledi.
Aniden cevap vermiş bulundum.

İyi de Annecim, sen benim hiç öğretmenim olmadın ki”...



"Öğretmenler sadece kapıyı açarlar, içeriye kendiniz girmelisiniz.”
Çin atasözü

Not alarak sınıf geçmediğimiz bir öğrencilik değil mi Hayat? Bize her yeni gün birşey öğretmiyor mu öyle ya da böyle... Hepimiz yolculuğumuzda yeni yeni deneyimlerle karşılaşıyoruz.

Her yeni gün öğreniyorum. Bugün düne göre, kendim hakkında daha az bilgiye sahip olduğumu görüyorum. Buna rağmen, aynı tutkuyla yürümeye devam ediyorum. Kim olduğumuzun hiçbir ayrıcalığını hissetmeden, bu yolculuğun sadece kendi içimize varma yolu olduğunu biliyorum.

Karşıma bir şekilde çıkan, hayatıma giren, beni kendimle yüzleştiren, ışıklarını yayan, aynaları içime tutmamı sağlayan, öğreten ve büyütenlere,... yaşadığım tüm olayların öğrettikleri için evrene,... sana, diğerlerine, herkese ve herşeye teşekkür ediyorum. Hepimizin öğrenciyiz aslında. Bazen öğrenen, bazen de öğrenirken öğreten.. Tüm hayat hocalarıma, sevgiyle...

videoyu, buradan da izleyebilirsiniz.

20 Kasım 2008

Burada mutlu bir AğaÇ yaşıyor ..

Burada, tam burada
kocaman, mutlu bir ağaç yaşıyor olsun.......

Bob Ross



Ben seni izlediğim zamanlarda çok küçüktüm. Evde hepimiz, ekranın karşısına oturur, bir kaç fırça darbesiyle neler yaratabileceği izlerdik. Yaptığın manzaradan çok, seni ve yeteneğini takdir ederdik. Ben sana hayrandım o yaşlarda..

Gerçekten orada kocaman bir ağaç olurdu. Dallarından yayılırdı yeşil, sarı yapraklar.. Manzaranın en güzel köşesinde, gerçekten mutluydu o ağaçlar...

Güzel sanatlar fakültesini kazandığımda, sadece çıplak model çiziyorduk. Yüksek tavanlı atolye hep soğuk olurdu. Biz, kesik parmak eldivenlerimiz, HB kalemlerimiz, boğazlı kazaklarımızla şovaleye mandalladığımız beyaz sayfaların önünde durur, tek gözümüzü kısıp kalemle ölçü alır, çizim yapardık. Modeli insan olmaktan öteye çizimle, çizerek tekrar bulmaya çalışırdık canvas sayfalarımızda.. Bu bacak ne kadar uzun, omuz enlemesine iki baş ölçüsünde, peki gögüslerin bittiği nokta, kollarla hizalanınca nereye düşüyor diye sorardık. Üç kez bakıp, bir çizer, kalemle ölçülerimizi kağıda dökerdik. Model ise, yanında duran elektrik sobasıyla ısınmaya çalışır, karıncalanan kollarını hareket ettirmemeye uğraşır, uzaklara dalar ve belki de kendi düşünceleriyle çıplaklığını örterdi. Arkadaşım Nihal, modeli x-ray gözleriyle görüp, diz kapaklarının içindeki kemiklerine kadar çizerdi. Hep A alırdı. Soner, Picasso gibi tek çizgide işi bitirirdi. Ben, hep kalemimle araştırırdım. Desen, bir sürü çizginin arasından, beyazlar içinde çıkardı. Modeli hepimiz farklı farklı çizerdik. Tüm çizimlerin tek benzerliği, hepsinde modelin mutsuz görünmesiydi.

Çalışmaya başladığımda, hep mutlu tasarımlar yapacağımı sanmıştım. Çalışma hayatımın ilk aylarıydı. Müşterimiz, Urfalı Abdülcemal bey ilk hayal kırıklığını bana yaşatan oldu. Marmaris’e yaptırdığı otel için, ajansımızdan katalog tasarımı istemişti. Kataloğun kapağı için 4 gün uğraşıp, kendi ellerimle bir illustrasyon yapmıştım. 4 mevsimde güneş- ay, deniz ve gökyüzü vardı içinde.. Abdülcemal bey, çalışmayı gördüğünde benim kadar mutlu değildi. Önce, altın kaplama saatini kolunda şıkırdattı, o an boynundaki altın kolyesi gözümü aldı. Sonra elini cebine atıp, tok sesiyle “E biz kocaman havıız yaptırdık bu otele Burcu hanımm, kapakta da havıız olsun, de mi ?”.. dedi. "Ama..... " ile başlayan bir sürü açıklamam havada kaldı. İllustrasyonu atıp, kapağın tam ortasına lök gibi havuz fotoğrafını yerleştirdik, otelin beş yıldızını da üstüne yapıştırdık, katalogları Urfa’ya gönderdik. Ajans zengin oldu, Abdülcemal bey, mutluydu..




Sonra sorularım başladı. Yaratırken benim mutlu olmam mı yanlıştı? Sadece, karşımdaki kişiyi mi mutlu etmeliydim? İki tarafında mutlu olabileceği bir çözüm yokmuydu?
.
Büyüdüm, sormaktan vazgeçtim. Mutluluklarımı arka cebime doldurdum. Farkında olmadan yaptığım işlerle mutlu ettiklerime, sadece gülümsedim.

Fotoğraf çekerken mutlu oluyorum şimdi. Çocuk kitabının metinlerini yazarken, arkadaşlarıma hediye diye birşey tasarlarken, kekin üstüne pudra şekerinden şekiller çıkarırken, deniz kıyısından topladığım taşları boyarken mutluyum. Arzu’ya doğum günü suprizi için, bir saatte şişirdiğim 50 balonu düşünürken mutluyum, geçtiğimiz yıl şapka partisinde ödül alan “yaşayan ağaç”. isimli şapkama bakarken mutluyum.

Yaklaşık 3 yıldır ise bambaşka bir mutluluk var hayatımda. Bu benim yeni keşfettiğim bir yaratım süreci. Hayatın oran orantısını düşünmeden, not alacağım kaygısını duymadan, beğendireceğim kimse olmadan, kendimi çiziyorum. Model benim – çizende benim. Oturduğum yerden kendime bakıp çiziyorum. Bazen benden görüneni çiziyorum. Bazen doğru çizdiğimi sanarak kendimi yanıltıyorum, farkına varıyorum. Bazen, aslında öyle olmasını istediklerimi çiziyorum, siliyorum baştan alıyorum. Bazen, sadece çizmek istiyorum kendimi, anlamak için diğer beni. Bazen gülüyoruz beraber, ama genelde beraber öğreniyoruz birbirimizi. Her zaman, biribirimizin arkasında yer alıyoruz, hangimiz öndeyse- geride destekliyor diğeri.. Biri benim yansımam, diğeri ise o yansımanın içinde olan... Biri Burcu, diğerinin Brajeshwari ismi..

İki kız çocuğu var o görüntü de... İkisi de çok mutlu... Ellerinde birer kalem.. Birbirlerini çiziyor, düzeltiyor, var ediyorlar. Okuduğunuz sayfalarda onlar. Burada, işte tam burada. Kelimelerin içinde, virgüllerde, başlıkların dibinde..

Tombul bulutlar dolaşıyor mavi gökyüzünde... Manzarada yeşil dağlar, minik tepeler var. Kediler koşuyor, kaplumbağa ağır aksak yürüyor, güneş parlıyor. Diğer komşu blog çocuklar ise oynuyor çevrelerinde. Bob Ross’un çizdiği O kocaman, mutlu ağaç ise onlarla beraber büyüyor. Şu anda da birbirlerini çiziyorlar aslında ikisi de, kalemleri ellerinde, bu yazının hemen üstündeki o kocaman ağacın mutlu gölgesinde...
.
.
Bu yazı, Sevgili Beenmaya’nın kendi blogunda beni mimlemesi üzerine yazılmıştır.
"Şimdi bu oyunu bitirip, isim-yorum oynayalım, ne dersiniz?
.
Üniversite yıllarından beri The Cure severim.
Hediye ettim tüm sevenlerine..



14 Kasım 2008

Arkandan bu şarkı çalıyordu..

Tüm bu akıl sesi, boğaz sesi, kalp sesini düşünmeye başladığımda mantralar ve kelimelerin gücünü de düşünüyordum. Bu sırada çok sessizdi içim. Kafam susmuştu, boğazımdan nefesim rahatça akıyordu, kalbim sevgiyle açıktı. Anımsamak gibi, hafif bir duygu hissettim içimde. Söylenmeyen sözlerim geldi aklıma. İfade etmeye fırsatım olmayan sözlerim. Sessizliği denemeye karar verdim. Sessizce oturdum. Evde kimse olmasa da odanın kapısını kapadım. Oyuna başladım.

Yerde oturdum. Bir süre aklımdan geçenlere izin verdim. Hiçbirini tutmadım, bıraktım, gülümsedim. Burnumun ucunda bir tüy varmış gibi, nefesim sakin ve ılıktı. Tüy düşmedi. Nefesimdeydim. Başımın üstünde sanki bir delik vardı ve o delikten bedenimin yere değdiği noktaya uzanan ışık hüzmesini hissettim. Sırtımı düz tuttukça, yukarıdan, tüm iliklerime akan ışığı daha çok hissettim içimde. Gögüs kafesim açıktı. Nefesimle doldurdum kalbimi, ciğerlerimi ve karnımı, tüm iç organlarım nefesimle doldurduğum o boşluğa güzelce yerleşti. Işık, tüm omiriliğimi sardı, kaslarımın tüm katmanlarındaydı, kanıma bulaştı.



Başımın iç çeperlerini hissettim. Kanımın vücudumda akışını. Sakindim. Hem herşeydim, hem hiçbirşey. Hem bendim, hem herkes. Hem yerdeydim, hem yüksekte. Zaman yok oldu. Geçmiş bitmişti, gelecek uydurmacaydı. Sadece o an vardı.

Alnımın tam ortasında günün getirisi tüm sıkıntıyı tuttuğumu hissettim. O noktayı alıp, şakaklarıma, kulağımın arkasından boynuma sürükledim. Sırtımdan aşağıya doğru ılık ılık kayışını seyrettim. Alnım, yumuşadı, rahatladı. Kulaklarımın içini sessizlik ve boşlukla temizledim. Gözlerim rahat, nefesim sakindi. Omuzlarımı rahat bıraktım. Boynum uzadı gökyüzüne, toprağa değdi ayaklarım. Gücümü hissettim. Ve dinledim.

Herşeyi yapmaya çalışıyorken, olmayı deneyimledim. Olmak sadece olmaktı. Çabasız, dirençsiz ve bırakarak.. Sonra aklıma geldin..

Anımsadım seni. Bir ay önceye kadar herşeyin çok iyi gittiğini düşünürken, son dakikada aramızda beklenmeden gelişen o olayı düşündüm. İyi arkadaştık. Güzel şeyler paylaşmıştık. Her arkadaşlıkta olduğu gibi bir aşamaydı belki de aşmamız gereken, becerememiştik. Kavga etmemiştik. Birbirimizi akıl seslerimiz, boğaz haykırışlarımızla kırmamak, asaletimizden kaybetmemek, arkadaşlığımız adına gereksiz şeyler söylemiş olmamak ve asıl önemlisi söylenmesi gerekenleri kalbimizden hissetmek adına öpüşerek sessizce ayrılmıştık. İçimize sorular ektiğimizi, onları kendimize göre değil, birbirimiz içinde cevaplamaya çalıştığımızı biliyordum. İlk önce kızgındım sana, aklım kızgındı. Sonra sorular sordum içimden bir sürü. Senin yerine de, kendi adıma da cevapladım hepsini, olmadı. Şimdi kalbimle konuşmaya oturdum sana, anımsarken seni..

Oturttum seni de, yerdeki karşıma.. Sessizce oturduk. En son bıraktığımdaki gibiydi yüzün. Kaşların çatık ve kızgın, öyle kalmış işte aklımda. İstemeye istemeye oturdun. Göz göze gelmemeye çalıştık. Nefesini duyuyordum, daha sık, derin ve gergindi. Bir süre sonra eşleşti nefes ritmimiz, gözlerini kapattın sende sanki o anda. Söylenmeye başladık sessizlikte, nefeslerimizle taşıdık öfkemizi birbirimize. Hak arıyorduk sanki. Oyunu bozan, kazanacaktı. Ama oyun, daha yeni başlamıştı.

Tekrar döndük kendimize. Nefes aldık derinlere, sonra temizlensin diye verdik tekrar evrene. İçimizden akan ışığın bizi sakinleştirmesini izledik. Ojelerini gördüm, parmağında benim sana aldığım yüzüğü takıyordun, hissettim. Gülümsedim. Duygularımızı taşımaya başladık birbirimize, yine aynı derin sessizlikte. Daha sakindin ama bana sorduğun o sorular çoktan hazırdı, aynı benim sana sorduklarım gibi. Cevap bekleyen cümleler uçuştu aramızda, tüm soru işaretleri havada asılı kaldı. Bekledik sabırla, soru işaretleri bir anda ortamıza düştü, parçalandı.

Kendimizi dinledik. Sen vardın, ben bir de. Sessizlikteydik, ama neredeydik? Neye yarardı konuşmak? Tüm öfkemizi taşımak? Sormak veya Cevap aramak?

Yüzünün yumuşadığını hissettim. Dudağının yanına, benimkine benzer bir tebessüm düştü sanki. Özledik birbirimizi, hissettik. Hem herşeydim, hem hiçbirşey o anda. Bazen sen, bazen ben, bazen hava, bazen soluduğumuz ışık ama daha çok sessizliktik, durduk, dinledik.

Sana veda edemedim” dedim.” Herşeye rağmen, soruları da, cevapları da, maddi dünyadaki bu oyunda kendimi de ve varlığını da bırakıyorum. Sessizlikte kalıyorum. Sessizlikte hep kalbimde olacaksın. Aklıma geldiğinde sorulara veya yaşadığımıza değil, kalbime bakacağım. Orada bulacağım seni. Seni içimde özgür bırakıyorum. Tekrar olur da ışıklarımız bir araya düşerse beraber büyümek adına, o anda yaşayacağım. Şimdi de, eksiltmeyeceğim seni. İçim sana kendine iyi bakmanı söylüyor ve teşekkür etmek istiyor öğrettiklerin, yol arkadaşlığın ve aynalığın için. Lütfen kabul et. Yarın beraber olamasakta, hep bunu söylüyor olacağım. Tüm özürlerin, tüm teşekkürlerin üzerinde seni sevdiğimi de asla unutmayacağım. Al sevgimi, koy yarınlarına ve Lütfen unutma

Gözlerim hala kapalıydı. Burnumdaki tüy hala duruyordu. Nefesim derin ve yumuşaktı. İçimde taşıdığım sorular, ağırlıklar kalkmış, üzerimi güzel bir vedanın ılık hafifliği sarmıştı. Karşımda oturmuyordu artık, içimdeki onu ışıklarla süsleyip havaya karıştırdım, rahat bıraktım. Yolculuğunda özgürdü artık, özgürdüm.

O giderken, arkasından bu şarkı çalıyordu.
Gülümsedim...


Bu yazı, Öykü Atölyesi -Fotoğrafın dili adlı çalışma için yazılmıştır.

11 Kasım 2008

Kelimeler ne taşır ve gelir size ?


anımsadıkça bilebilecek insan
neyi unutmaması gerektiğini..

Kelimeleriniz ne kadar güçlü dendiğinde, ifade ettiğim şey tam anlaşılmış mı dersiniz? Ya da kendimi doğru ifade ediyorum ve böylece vurucu noktalar yakalanıyormuş diye mi düşünürsünüz?

Son zamanlarda içimde daha çok sessizleştim. Eskiden hem konuşurken, hem de düşünürken kelime çokluklarımla çebelleşirdim. Şimdi sessizliğin enerjisiyle, kelimelerimin enerjilerini şarj etme deneyimi yaşıyorum. Son günlerde sesleri dinliyorum. İnsanların bazılarının akıl seslerini, bazılarının boğaz seslerini, bazılarının da kalp seslerini kullandığını anlıyorum artık. Kendimi bu konuda eğitmeye başladım. Son günlerde takip ediyorum kendimi, seslerimi ve diğerlerini...

Akıl sesi, sanki akıldan düşüyor ağıza. Bazen kalp ile bağlantı kuruyor olsa da çoğunlukla akıl konuşturuyor ağızı. Düşünceler çıkıyor, çoğu düşünce olarak kalmış orada tıkabasa. Hiçbiri süzgeçten geçmemiş. Kafa karışıklığı seziyorum. Gelgitleri anlıyorum. Ses o kadar vurgusuz ve net ki, karşıdakinin ağzından kelimeler yuvarlanıp önüme düşüyor adeta. Bakıyorum, akıl sesimle dinliyor görüyorum kendimi, hemen kalbimle dinleyerek, süzgeçten geçiriyorum o aklı ve düşünceyi. Genelde şöyle kelimeler duyuyorum akıl sesiyle çıkan konuşmalarda “ ben, ... böyle düşünüyorum.. ben.....olmaz ama... bana göre.....sonra dedim ki.....ben “ Bu konuşmalara cevabım “Haklısın” olarak duruyor sessizliğimde bir kenarda..

Boğaz sesi var birde. Boğazdan çıkıyor kelimeler. O ses çığlık gibi. Boğazın içinde ses gidiyor geliyor, nefes alınıyor arada, anlaşılmak istiyor sanki. Sesin sahibi arada kalbinden yardım alsa da, sadece boğazdan gelen ses kelimelere dönüşüyor. Genelde gözleri sulanmaya yakın oluyor boğazdan konuşmaların. Ya da bir süre sonra akıl sesine dönebiliyor kalp sesini yok sayarak. Kelimeler şöyle oluyor boğaz sesiyle konuşmalarda “ ama ben.... yani.... Anlamadım ki... Niye böyle.. Çünkü.. Yine de.... Aslında.... Sen “ Bu konuşmalara cevabım “ Anlıyorum” duruyor hep bir kenarda...

Kalp sesi var bir de. İçtenliğinden anlıyorsunuz bu sesi. Çok vurgulu değil. Su gibi akıyor adeta. Çok kelime fazlalığı da yok cümlelerde. Bazen sessizlik bile olabiliyor konuşma aralarında.. Nefes akılda dolaştırılıp, boğaza inmiş ve gögüs kafesinde demlenmiş belli. Sonra kelimelerin içinde birşey var, sizinde kalbinize ilişiyor aklınıza uğramadan. Konuşanın yüzünü görmesinizde, içi de gülümsüyor hissediyorsunuz. Bu konuşmalara kalbimde yanıt veriyor genelde. Ve dudağımda bir tebessüm oluyor her seferinde..


Şamanik şifacılıkla ilgili okuduğum bir kitabın önsözünde ki yazı aklıma geliyor. ”Bu kitaptaki meditatif çalışma bölümlerinde, kelimelerin size doğru ulaşması için enerjilerine dikkat edilmiştir. Kitabı okuduğunuzda, enerjiler sizde çalışmaya başlar. Yeter ki kapılarınızı açık tutun” Bir kitabı, parça parça okursunuz. Bir kitabı önemli satırları çizerek okursunuz. Ben ilk kez, elimdeki bu kitabı boyut kazanmışcasına derinlemesine okudum. Enerji yüklü olduğu söylenen kısımların kelime ve cümle dizilişlerini, içerdiği anlamları, bana ulaştığında hissettiklerimi bir daha check ettim. Anlar gibi oldum, ama anlamadım. Geçenlerde evin en sessiz, kendimin en dingin olduğu bir zaman diliminde aynı kitabı rastgele okumak için elime aldım. Bir sayfasını açtım. Okuduğum pasajda içimdeki sorunun cevabını buldum sanki. Kalbimle hissettim. Kitabı gülümseyerek kapattım.

Gerçekten kelimeler ne taşır. Anlamlar, ifadeler, duygular dışında. Yoga’da bazı mantralar kullanırız. Bu mantraların söylenişlerinde dilin damaktaki bazı meridyenlere dokunması nedeniyle, zihin sakinleşir. Ayrıca enerji verir, denge, ahenk ve huzur sağlarlar. Bazı insanların ” Hmm yoga mı yapıyorsun, OMM diyerek uçuyormusunuz ?” diye sorduklarında, aslında bu ses frekansını ve felsefesini anlatmadıklarını söylüyorlar sorularında... Kısaca değinmek gerekirse, OM mantrası, A-E-OU-M seslerinden yararlanarak çıkarılır. A sesi// akciğerlerin üst kısmı üzerine ve beyine etki yapar. Bu Hristiyanlar'in ruhani ayinlerinde bolca kullandıkları, huzur verici bir ses olarak bilinir. E sesi// boğaza, ses tellerine ve güçlenmesi için Troid üzerine etki yapar. Her birisi arka arkaya üç defa çıkarılan bu sesler, ait olduğu dokular içinde, besleyici bir kan birikmesine sebep olur. OU// sesi bütün karın organları üzerine etki yapar: Mide, karaciğer, karnın alt kısmı ve ince bağırsakların çalışmasını düzenler. O sesi // ağır ve derin olarak çıkarıldığında, bütün göğüs kafesini titretir ve akciğerleri harekete getirir. Onun etkisi ince bağırsaklara ve eğer onu; sonuna kadar nefes vererek iyice çıkarırsanız, cinsel güç üzerinde de etki yapar. OM // Hindu yogileri tarafından kozmik ses olarak nitelendirilmiş bir sestir. Kafatası sinirlerini ve kubbesini titreştirir. Eğer bu sihirli ses üzerine iyice konsantre olunursa, zihinsel fonksiyonlarınızın hissedilir derecede berraklaştığını farkedebilirsiniz. I// bu serinin son sesidir. Uzun bir şekilde, hafifçe dudaklarda bir gülümseme meydana getirerek çıkarılması gerekir. Sevinç verici ve parıltılı olan bu ses, burun, boğaz ve bronşlarda etki yapar. Yani "mantra"nin kullanılışı, kelimenin bu gizli gücünden, şuurlu bir şekilde yararlanmaktan başka bir şey değildir. Ayrıca Şanskritçe de 'man' zihin ve 'tra' özgürleştirici anlamına gelir.

Seslerden oluşan kelimelerinde böylesine gizli güçleri vardır. Bana göre, kelimeleri salt anlam ihtiva eden harfler olarak görmek, dünyevi bedenimizde varolup, yaşayıp gideceğimize inanarak ruhu yok saymaya benzer. Onları seçerek kullanmak gerekir.

En sevdiğim kelimeyi çocukluk arkadaşım Billur hayatıma sokmuştur mesala. Telefon ile yaptığımız sohbetimizin bir kısmında bluğ çağımızda, yazlıktaki bir aşk mecaramızı hatırlatmaya çalışıyordu. "Anımsıyor musun" demişti. Ne güzel kelimeydi anımsamak. Hatırlamak gibi beyni yoran bir kelime değildi. Hatırlamak gibi, geçmişe dair sayfa açtırmıyordu “neydi?” diye sorarak kendinize. Anımsamak bana o anı duygularıyla yaşatmıştı. "Hatırlıyor musun" diye sorsaydı, cevabım “hayır” olurdu. Çünkü aşık olduğumuz çocukların tiplerini hatırlamıyordum. Ama anımsamıştım, o günü, o ruh halini, çocukluğumuzu...

Kelimeler güçlüdür. Onları kullanmak serbestisini edindiğimizden beri har vurup, harman savuruyoruz sanki. Aynı nefesimizi har vurup, harman savurduğumuz gibi. Sadece konuşuyoruz, düşünüyoruz. Kelimelerin ağızdan dökülüşüne bakıyoruz, hangi kaynaktan çıktığını anlamaya malasef çalışmıyoruz.

“Sevgi” derken kalbinizden mi konuşuyorsunuz? Ya “Seni seviyorum” derken boğaz sesinizi kullanarak, soru işareti mi takıyorsunuz cümlenin dibine? Ya öfkeliyken, nerde sesiniz ? Peki “Mutluyum” derken, gülümsüyor musunuz kalbinizde doldurduğunuz nefesinizle birlikte?

Cevaplar nerede ?
Sesinizin geldiği kaynak aklınızda mı yoksa kalbinizde mi?


Gözlerinizi kapatıp, mantrayi deneyimleyin..

.


fotograflar: deviantart


07 Kasım 2008

Yukarda ne varsa, Aynısı aşağıda da vardır.

sonsuz evrende bir sürü sır saklı
İnsanın içindeyse kocaman bir dünya saklı...


Bu Kasım ayında birşey var. İçinden çıkılmaz birşey gibi duruyor yaşadığım, bir yandan da tanımsız kalıyor. Yaşadığım şeylerin nedenlerini, nasıllarını bulamadığım bir döngüde boşlukta sallanıyorum. Belki de o yüzdendir yazılarımda önce dönmem, sonra durmam ve boşlukları irdelemem..

Çevremde konuştuğum tüm arkadaşlarımda, okuduğum tüm bloglarda kendi yaşadığımdan izler buluyorum. İçine kaçmış sanki herkes... Birşeyler var bu Kasım ayında...

Sonbahar ile beraber hüzün mü çöktü üstümüze... Biz şallara sarılalım, atkılara dolanalım, doğanın gerçek renklerini seyre duralım, farkındamısınız güneş ılık ılık çekiliyor günlerimizden..

Astrolojide yaratıcılığın, kendini yaratıcı olarak ifade etmenin sembolü olan Güneş, hayatlarımızdan da geriye mi çekiliyor yoksa bugünlerde... Astrolojik haritalarda da çok önemli Güneş.. Bilirsiniz, o haritaları, tüm gezegenlerin evleri vardır. Temsil ettikleri, birbirleriyle çapraşık ilişkileri, hepsi yaşadıklarımızın bir çeşit nedeni... Tekil olarak ilgileniyorum hepsiyle.. Tümü daha çözebilmiş değilim. Gezegenleri anlamaya çalışıyorum. Ayın hallerine göre davrandığım oluyor. Merkürden çok korkuyorum mesela.. Şu ara Uranüse sardım.. Hepsini anlatacağım..

Güneş, astrolojide bize benlik hissi verip bütün parçalarımızı bir araya getiriyor ve bu benlik astrolojide gezegenlerin temsil ettikleri değerlerin bizi kontrol etmesini değil, onları ifade etmemizi sağlıyor. Hayatın bizim için anlamı, Güneş’in temsil ettiği değerler bu haritada da anlam buluyor. Bize kendimizden büyük bir şeyin parçası olduğumuzu hatırlatıyor ve onunla uyumlu yaşamamızın yolunu gösteriyor aslında. Bunu biraz kendi ruhumuza ve hayat amacımıza ulaşmak olarak görüyorum. Güneş, astrolojik haritamızda hangi evde ise orada bir aitlik hissi var oluyor veya ruhumuza ilham veren yer o ev oluyor. O bize ışığını vermiyorsa, depresyon, yaşama arzusunda azalma, iç çelişkiler ve baskılar altında kalma, diğer kişilere bağımlı olma, herkes ile bir olamama, başkalarının onayına aşırı bağlılık gibi problemler ile karşılaşıyoruz. Güneş’in bize ışığını vermemesi ne demek? Güneş’in burcumuzun değerlerine ve ihtiyaçlarına hayatımızda yer vermemek, aktif olarak onun içinde bulunduğu evin temsil ettikleri ile meşgul olmamak olarak haritada ifade ediliyor. Yani hayat amacımıza sırtımızı dönmek diyorum ben buna... Bunlar sonucu pasifleşme, güçsüzleşme, anlamsızlaşma ve kendimize güven eksikliği gibi duygular ile baş etmek zorunda kalıyoruz. Güneş’in temsil ettiklerini yaşamanın bize ne katacağı, ne kaybettireceği ve neden onları yaşamamayı seçtiğimizi iyi düşünmemiz gerekiyor. Farkında mısınız? Dışarıdaki güneşte çekiliyor hayatlarımızdan.. Ondan, belki de durmamız ve ışığı tekrar aramamız...

Doğum haritama baktım bugün yine.. Gördüğünüz gibi, hayat amacım, sırtımı döndüklerim ve Güneş’in benim hayatımda ifade ettikleriyle ile ilgilendim bolca... Sonra hiçbir doğruluğunu yazılı olarak bulamadığım, batıl inançlarım hortladı yine.. Eylül ayında doğdum. Annemin karnına Ocak ayında düşmüşüm.. 9 ay mutlu mesut bir cenin olarak yaşamışım. Biliyorsunuz, en huzurlu zaman hayatımızın ilk başlangıcı olan o dokuz ay... Yılın anne karnında geçirmediğim, geriye kalan o üç ayı benim için sancılı geçiyor her yıl. İç huzuru arıyor, hayatla kopukluk yaşıyorum. Ama ilginçtir ki, her Ocak ayında tekrar doğuyorum. Tabi bu kodu hangi Astrolog Gufran soktuysa kafama, vazgeçemediğim gibi, her sene olduğu gibi bu sene de inancımı onaylatan bir dönem yaşıyorum.

Ayrıca bu dönem, Satürn-Uranüs Karşıtlığı yaşadığımız bir dönemmiş, öğreniyorum.. 4 kasım 2008 de başlayan bu dönem, tam açıyı 26 temmuz 2010’da tamamlayacakmış. Gezegenler birbirleriyle açı yaparken, bizimde hayatımızda etki ederler. Açıları anlamıyorum bende. Ama okuduklarımı anlatabilirim. Satürn ve Uranüs iki uçtur. Astrolojide Satürn yavaş, tedbirli ve değişime karşı dirençlidir. Sanki egomuzu temsil ediyor gibi gelmedi mi size de?. Güven duyulan şeylere önem verir, yenilikler şüphe ile karşılar. Bu yüzden Satürn reel ve dünyevi olanın peşindedir. Satürn kuralları koyar, sınırları belirler, yapıyı oluşturur ve oyunun doğasını tanımlar. Uranüs ise beklenmedik şeyleri ifade eder, şoklar ve devrimlerle değişimi temsil eder. Düzensiz, kuralsızdır, ne olduğunu anlayamadığımız, sarsıcı değişiklikleri beraberinde getirir. Satürn egomuzu temsil ederken, Uranüs baş edilebildiğinde gelişmeyi ve yenilenmeyi işaret eder. Bizde ikisi arasında kalmış bulunmaktayız işte.. Değişim ve direçlerimiz.. Şu ara yaşamın getirisini bizden istediği değişimlerin şokunu yaşarken, direnmek, kontrol altında tutmak yerine değişime yer açmalı... Satürn’ü taşıdıkları itibariyle hem seviyor, hemde bu kadar direnmesin istiyorum, Merhaba Uranüs çok hoşsun ama, biraz fazla göz alıyorsun, yine de seninle iyi anlaşacağımızı biliyorum. Beraber dengede doğru bir açı yapın dilerim..

Merkür gerilemesi var bir de.. Korkulu rüyam bay Merkür. Güneşe en yakın gezegen kendisi. Yörüngesi dünyadan çok kısa olduğu için, bir senede 3 yada 4 kez dünyayı geçiyor. Biz o zamanlarda Merkür’ün gerileme dönemini yaşıyoruz. Merkür tozunu attıradursun, bize neler yapıyor?

Merkür, dinleme, konuşma, okuma, öğrenme gibi iletişimle ilgili her türlü konuyu yönetiyor. İlgili olduğu konularda, anlaşmalar, seyahatler, pazarlıklarda var. Merkür gerilediğinde, yönettiği aktiviteler geriliyor ve kargaşa başlıyor. Bilgisayarlar bozuluyor, anlaşmalar fes ediliyor, yanlış anlaşılmalar başlıyor, uçağınız rötar yapıyor,... Aman ne kötü değil mi? Hayır, astroloji Merkür gerilerken, herşeyi iki kez kontrol etmenin önemini ve iyi sonuçlara ulaşmak için kontrolü elden bırakmamayı öğrettiğini söylüyor. Bu yıl 24 Eylül - 15 Ekim 2008 tarihleri arasında tozunu attırdı Merkür.. Sanırım biz, afacan Merkür’ün dağıttıklarını topluyoruz da, ondan böyleyiz bu ay.

Aslında sanki, elimizde herşey için bir matematik problemi duruyor da, biz çözemiyormuşuz gibi geliyor bana... Astroloji herşeyi söylüyor, gezegenler açı yapıyor, 40 adımda mutluluk kitapları matematiği çözmüşte biz sanki o problemdeki X miyiz, Y miz bilemiyor, bir türlü cevaba ulaşamıyoruz. Hayatı yaşamak bile matematikleşiyor. Onu yaparsan-böyle olur, bunu yapmazsan - onu da hakedemezsin. Duygular bile matematiği oturmuş sanki. Korkarsan, yüzleşirsin. Affedersen, ilerlersin. Neden –sonuç ilişkileri o kadar net ki, sinirim bozuluyor.

Matematiği hiç sevmedim. Güzel Sanatlar okumam da bu yüzdendir. Küçükken babama şöyle bir soru sormuştum. Önümüzde minik bir küre dünya vardı. Küre dünyadan daha büyük bir lego adamı da elimde tutuyordum. İçinden çıkamadığım şu soruyu, babama sordum.

Şimdi astronotlar, uzaya gidiyor ya” (Lego adam küre dünyadan uzakta, havada)
Sonra iniyorlar ya dünyaya” (Lego adam, kendinden küçük dünyanın üzerine ayak basar. Yanlız tam düz duramaz.)
İnince, bak düz duramıyor ki Baba.. Dünya eğer yuvarlaksa..? Biz nasıl düz duruyoruz o zaman Babaaa ?”

Babamın ne cevap verdiğini inanın hatırlamıyorum. Umarım zekamdan kuşkuya düşmemiştir. Ama şimdi bu hikayeyi düşününce bile, o zamanki inancımı hala yitirmediği görüyorum. Dünya gerçekten düz ve sandığımızdan küçük bana göre, İnsanlar dünyadan daha büyük ve hepimiz yere eğri basıyoruz , en fenası hiçbirimiz düz durmuyoruz aslında.. :)


Hayatta düz bana göre. Osvaldo Cavandoli’nin yarattığı, çizgi üstünde yaşayan, bir la linea çizgi adamıyım sanki.. Kimsenin bilmediği bir dil konuşuyor, yine de anlaşılıyorum sanki onun gibi. Beni çizen “Yaratıcı” önüme bir merdiven çiziyor, gülümsüyorum, tam adım atacağım, merdiven canavara dönüşüyor, kızıyorum. Tüm o hayat çizgisinde dümdüz yaşıyorum onun gibi. Hissettiklerimin, yaşadıklarımın matematiği yok. Geride kalanlar çizginin diğer ucunda kaldı, ileridekileri bilmiyorum, şu an- şu çizgi yığını canavar ile boğuşmam lazım. Yaratıcı çizerime kızıyorum, savaşıyorum, canavar kolumu ısırıyor. Bir bakıyorum kolum çizgisiz, yok. Kafamı kaldırıyorum, ”abara ramamramaa ”.. diyorum sinirlenerek...

Merkür turunu atmaya devam ede dursun, Satürn’ün değişime karşı tutucu tavrıyla çebelleşiyoruz.. Uranüs’ün önümüze getirdiği yenileri henüz açmaya cesaret edemedik. Güneş var bir de.. Bize bizi hatırlatan, ama sonbaharın gelişiyle, içimizden de çekilen...

Şimdi biraz dışarı çıkıp, güneşe yüzümü dönmek istiyorum. Güneşe yüzümüzü verip, biraz daha içimizi ısıtmak ve karanlıklarımızı aydınlatmak için son günler bunlar... Yollar ise kesin düz... Matemetikte bana göre topla, çıkar, çarp ve bölden ibaret sadece... Ve ben hangi dili konuşursam konuşayım, o dili bilmesenizde beni anlıyorsunuz, biliyorum..

Kapıdan çıktığımda asansör lütfen çizilmiş olsun, bay “çizer”, şu canavarı da silermisin yanımdan... Ayrıca gezegenlere de söylermisin, aynı hizada, birbirlerini engellemeden uslu uslu dursunlar...


03 Kasım 2008

Boşluğu anladığın zaman dolacaksın..

Ölümden niye korkacağım ki?
Ben varken o yoktur,
o gelince de ben olmayacağım.
Lucretius


Hayatı tıkabasa yaşamak, dolu dolu yaşamak mıdır ?
Mobilyalarla dolu bir evde, eksik olan şey nedir? İş ve ev arasında sıkışmış birinin, neye ihtiyacı vardır? Cebinizde para yoksa, ne vardır ? Peki açsanız, mideniz ne ile doludur?

Hayatın tanımında doldurmak diye birşey olmalı diye düşünüyorum. Hepimiz dopdoluyuz. Tıkabasa doluyuz. Boşaltma işlemini de, yenilerini doldurmak için yer açmak adına yapıyoruz sadece. Adına da temizlik diyoruz.

Kalplerimiz dolu. Acıyla, küskünlüklerimizle dolu. Bazen pişmanlıklarla dolu. Bazen de karşı tarafa duyduğumuz aşkla dolduruyoruz içini, eskisinin üstüne. Boş bir kalbiniz olsa yaşayabilir miydiniz?

Cüzdanımız dolu. Kredi kartlarıyla, faturalarla, kimlikler ve parayla. Boş bir cüzdanınız olsa yaşayabilir miydiniz?

Midelerimiz dolu. Biraz önce yediğiniz yemekle, içtiğiniz çay ile. Mideniz boş olsa yaşayabilir miydiniz?

Çantalarımız dolu sonra. Anahtarlar, cüzdan, parfüm, minik akıl defteri, uğur taşları.. Bunlar, benim çantamda sayabildiklerim sadece. Nereye, nerelere taşıyorsunuz siz çantanızı ve içinde olanları ?

Ya çantanız boş olsa? Cebinizi doldururdunuz değil mi? Bozuk paralar bir yanda, anahtarlar bir yanda. Eğer arka cebinizde varsa, cep telefonu oraya...

Hayallerinizde eminim benimkiler gibi bir doludur. Hayali olmayan insan var mıdır bu evrende ?

Benim aklım da dolu sonra... Düşünmem gereken birşey olmadığı halde onu da doldurabiliyorum. “Masa lambam için, beyaz ışık veren bir ampül almalıyım” diyor aklım mesala şu anda. Yarın sabah için düşünüyorum sonra, “arabamı yıkatmaya versem, zamanım olur mu diğer işlerimi yapmaya”..
.
Konuşmalarımda dolu dolu hep benim. Eski patronum, odasında yaptığım bir konuşmam sonrası “Sen dakika da kaç kelime konuşuyorsun” diye sormuştu. Ne anlattığımı dinlemedi diye üzülmüştüm.

Sohbetlerimi anlatmama gerek yok sanırım. Oturamam sessizce. Sıkılırsam, daha çok konuşurum. Dolmalı o an, o sohbete ayrılan zaman...

Dolaplarım dolu sonra benim. Alışveriş yapıp, buzdolabım dolu olunca evimde herşey tamam sanıyorum. Keyif basıyor üstüme... Kıyafet dolabımda doludur. 3 kazak, 3 pantolon ile yaşamayı beceremem, öyle yaşayabilenleri çok imrensemde..

Evim dolu sonra... Henüz adım atacak yerim var, şükürler olsun ki. Fakat sanki aldığım ve eve gelen herşey mitoz çoğalıyormuş gibi, yer bulamıyorum bazı şeylere...

Zamanın dolu aslında... Her anım dolu... Yapmam gerekenlerle dolu... Boş olacağım zamanlar da dolduracaklarımla dolu...

Kahve bardağım dolu mesala... Bakın boş sayfamda doluyor şu anda...

Kalplerimiz, çantalarımız, cüzdanlarımız, hayallerimiz.... Tatillerimiz, midelerimiz, akıllarımız, sohbetlerimiz.....Kariyerimiz, özgeçmişimiz, tencerelerimiz, dolaplarımız, evlerimiz... Hepsi Dolu.... Bu doluluğu mutluluk sanıyor ve mutlu oluyoruz ?
.
Duvarların içinde yaşıyoruz aslında.. Bakınız çevrenizdeki duvarlara. Evin içindeyiz, arabanın içindeyiz, bu yazının içindeyiz. Birşeylerin hep içindeyiz. Ve hep birşeyleri dolduruyoruz. Hayatımız aslında binbir dolu kutucuktan oluşuyor. Hepsinin içinden de başka kutular çıkıyor.

Ama boşluğu da özlüyoruz..


Aslında biliyormusunuz, KORKUYORUZ.

Boşluktan korkuyoruz. Çünkü, boşluk başedilmesi zor birşey. Boşluk tanımsız ve fazlasıyla ürkütücü. Boşluğun tanımı ölüm aslında içimizde. Hepimiz ölüme koyduğumuz anlamların korkularını yaşıyoruz. Yaşadığımızı anlamak ve korkularımızdan kaçmak adına dolduruyoruz herşeyi. Bu, bir tür savunma mekanizması aslında. Böylece güvendeyiz sanıyoruz. Bu yüzden de özgürleşemiyoruz. Yüklerimiz ağır geliyor. Nefessiz kalıyoruz. Toplamaktan yoruluyoruz. Düzeltmeye çalışıyoruz, olmadı yenisini koyuyoruz. Kendimizi böyle kandırmak için tüm çabamızı harcıyoruz. Çünkü çok Korkuyoruz.
.
Boşluklara bakın hayatınızda. Rahatsız ediyorlar değil mi? Etmesinler. Bırakın boş kalsınlar. Boş kalınca birşey olmuyor. Hissedin o boşluğu.. Bir süre sonra o boşluk size yarattığınız korkuları fısıldayacaktır, dinleyin. Sesi duymamak adına, panikle doldurmayın içini.. Özgürleşmek istiyorsanız, boşluklar yaratın ve en önemlisi o boşlukları yaşatın. Boşluğu anladığımızda gerçekten dolacağız. Farkında mısınız?
.
fotograf : deviantart
>