23 Kasım 2009

Arının zenginliği, balın içinde gizlidir.


İngiltere'de maden ocağında çalışan işçilerin maaşlarına zenginlik seviyesinde bir artış yapılmış. O zamana kadar kıt kanaat geçinen işçiler, böylece hayallerini kurdukları hayata ve zenginliğe kavuşacaklarını düşünmüşler. Gel zaman git zaman, gelir düzeyi artan işçilerin hayatlarında neler değiştiğine dair bir araştırma yapılmış. İşçilerin çoğu aynı yerde, aynı koşullarda yaşarken, çoğunun evlerine ikinci bir buzdolabı alıp, onu da salonun baş köşesine yerleştirdikleri görülmüş.

Zenginlik bir kültürmüş. Ne kadar çok paran olursa olsun, zenginlik kültür ile doğru orantılıymış. Yatlara binmek, lüks arabalara sahip olmak değilmiş. Akşam yemeğinde masana koyduğun bir vazo çiçekmiş zenginlik, swarovski taşlarla süslemek yerine masandaki çatalı bıçağı, evini yaşanır kılmakmış, yalı olması gerekli değilmiş yaşadığın yerin, araban yoksa bile adımlarının farkında olmakmış zenginlik...


Hepimiz çalışırken, para kazanmak için didinirken, bazen iki ucu birbirine zor denk getirirken belki, aslında zenginlik bir seçimmiş... Ne markalarla, ne üstündeki kıyafetlerle ölçülürmüs yaşamın kalitesi...

Bir maden işçisi çok kazanmaya başlayınca evine ikinci buzdolabını aldı ve salonunun baş köşesine koydu. Gösteriş değildi onunkisi bence... Belki de hayatı boyunca ailesini aç bırakmaktı onun korkusu.... Şimdi zenginleşmişti ama, korkusunu da ikinci bir buzdolabını salona koyarak biriktirmiş oldu.

Bu hikaye herşey hakkında bir daha düşünmeme neden oldu. Hayatımda var saydığım tüm zıt dengeleri tekrar tarttım. "5 yıl sonra kendini nerede görüyorsun" diye bir soru vardır, bilirsiniz... Bu soru beni çoğunlukla strese sokar ve vereceğiniz cevap bir çok şeye bağlı olabilir. İşinize, sağlığınıza, yolunuzun açık olmasına... Ama 5 yıl sonra mutlu ve zengin olmayı seçebilirsiniz.

Bahçesi olsun isteyen, bir bahçe yaratırdı kendine saksıların çoğalmasına söylenmeden...
O sırada Evren'in yolladığı fesleğen tohumları geldi postadan... Haftasonu güzel saksılar edindim. Tohumları ektim... Bir de hızımı alamayıp limon çekirdeği ektim. Artık bir bahçeye sahiptim... Bir süre sonra Limon çekirdeği filizlenecek, bahar aylarında güneş aldıkça serpilecek ve büyüyecekti. Bundan emindim...

Bir de arılar vardı hayatımda... Tam ben saksılardan kendi bahçemi hazırlamışken hayatıma arılar girdi.

Çocuk yogası bitirme ödevim için arıları araştırıyordum akşamları... Çocuklara temalı bir oyun oynatmaktı ödevimiz... Bende Arıları seçtim... Çünkü çocuklar arılardan KORKUyordu ! Bir çocuk arı maya'yı severken, gerçek bir arı gördüğünde gelip onu sokmasından korkuyordu. Bu korku çocukların arıları tanıyıp, onların yaşamını anlamamasına neden oluyordu. Neden korkuyorsak, aslında onu anlamadığımız için değil miydi?

Halbuki doğanın dengesi için arılar muhteşem hayvanlardı. Einstein'in "Arılar ölürse insanlarda ölür"...demiş... Peki ya iğneleri, hepimizin korktuğu o iğneleri.... "Bir arı kendini tehlikede hissetmezse, asla iğnesini çıkarmaz. Tehlikede ise, önce sesli uyarır sizi" diyordu okuduğum metinde... Arılar iğnelerini kullandıktan sonra ölüyor... Çünkü tırtıklı iğne keseyi parçalayarak çıkıyor. Ve okuduğum başka bir metinde Arılara başka bir gözle bakılmıştı. Kovan kanunları adı altında, "Hayatı seven arı, seni sokmaz" diyordu ilk sırada.... Kovan Kanunları da, aynı yaşam kanunlarına benziyordu.
 
Arılar gibi insanlarda üretmeli, çoğaltmalı, fayda sağlamalı... Bir arı 5 yıl sonrasını düşünmüyordu, konduğu çiçek kadardı zenginliği..... Zenginlik uğruna, dünyada henüz hiç bir arının konmadığı çiçeği de aramıyordu kanımca...

Çocuk yogasi ödevimi yapıyorum. Konu Arılar...

Kulaklarımızı kapatarak vızzzz'ıldıyoruz... Sonra çiçek pozunda duruyoruz... Çiçeklere konuyor arılar... Balın yararlarından bahsediyorum hareketlerin dışında, "Bal, çiçeklerin özündeki tüm güzellikleri ve iyilikleri barındırır" diyorum ve "bal yiyen çocuklar çiçekler gibi güzelleşir" diye de ekliyorum....

Ve iğneler kısmı.... Bir arının biz onu tehdit etmedikçe asla sokmayacağını, önce mutlaka sesli olarak bizi uyardığını anlatıyorum ödevimde... Sonra çocuklarla beraber kulaklarımızı parmağımızla tıkayıp, şöyle diyoruz.... " Çiçeklere gidiyoruzzzzzZZZZ, lütfen yolumdan çekilinizzzzzZZZ"
 
Şimdi saksı saksı ektiğim çiceklerimin yanına gidiyorum...
Yarında işimde gücümde olacağım...
ve akşam olunca tekrar kovanıma geri döneceğim....

Şu ana kadar beni tehdit eden, yolumu kesen kimse olmadı....
İğnemi henüzzzz kullanmadım anlayacağınız...
Aslında doğrusu, yaşamayı seçiyorum her seferinde..
Gerisi, iyilik .., sağlık....

Keselerinde tuttukları çiçek tozlarının bir kısmı kovana varmadan,
uçuşarak dökülür toprağa....
içlerinde güzellikler barındıran renk renk yeni çiçekler büyür böylece..
onları taşıyan arılar ve toprağa ulaştıran rüzgar sayesinde.....

02 Kasım 2009

Havlayan Kadınlar



Aylin Hoca “çocukların ilgisini çekmek ve hayal gücünü geliştirmek için tüm yoga hareketlerini oyun haline getireceğiz” dediğinde gülümsedi içim... Burada olmaktan mutluyum dedim...

Her tür oyunu oynadık, bazen zürafa olduk, bazen kaktüs, bazen de komiklik olsun diye birbirimizi gıdıkladık. Bu işi çocuklarla yapmak harika olacaktı da, 18 tane kadının köpek duruşunda havlaması gerçekten şaşırtıcıydı.


Çocuk yogası öğreniyorduk. Oyunlar, oyun kurgusuyla anlatılan asanalı hikayeler, oyuncaklarla eğitsel çalışmalar... Hepsini bir grup çocukla paylaşma fikri, bende öğrendiklerim dışında binlerce yeni fikir doğuruyordu. Bunu da yapabilirim diyordum, not ediyordum defterime...

Biz stüdyonun bir duvarından diğer duvarına kurbağa gibi zıplarken, yada çember olup beraber kol kola girip uçak pozu yaptığımızda aklımdan sadece “ çocuklar bunda ne eğlenir ama” diye geçiyordu. Yaş ortalamamız 25- 40 arasındaydı. Hepimizin buraya geliş nedenleri farklıydı. Bir grup ana okul öğretmeniydi, bir grup kreşte çalışıyordu, pedagog vardı aramızda, anneler vardı sonra, bir de benim gibi bir kaç eğitmen... Hepimiz çocukca bir nedenden gelmiştik oraya...

Kendi nedenimi kursun ilk başladığı gün, tanışma kısmında söylemiştim. “Hepimizin içinde bir çocuk var. Ben de bu yüzden burdayım”...

Tüm ders boyunca içimdeki büyüğü, dersi ve oyunları öğrenmek için örgütledim. Notlar aldım durdum... Fakat içimdeki çocuğu bulmakta zorluk çektim. Yanımdaki matta köpek duruşunda havlayan kadınlar vardı ve ben her havlayışta irkildim. Tanrım ben nasıl bu kadar büyümüştüm..

Eve geldiğimde, geçirdiğim günden keyif aldığımı biliyordum. Ama bir yandan da sorup durdum, köpek pozunda neden havlayamadığımı... :) Oysa tüm gece rüyamda bir hikayenin içindeydim. Denizde taş oldum, ağaç oldum, balık oldum öğrendiklerimin eşliğinde... Hikaye de köpek duruşu yoktu, havlayamam diye belki de...

Dersten sonra bir hafta normal hayata devam ettim. Ama bu soru aklımın bir köşesinde durdu... Büyümüş çocuklara baktım durdum öylece... Olur da benim gibi irkilmesinler diye, İçimden havlar gibi yaptım onlara sessizce...

Sonra cevabı sokaktaki bir köpek ile göz göze geldiğimde buldum. Çocuk olmak, olmamayı gerektiriyor. Yani olarak olmuyor. Ben kendi içimde köpeklerle havlaşmak yerine, onlarla konuşan bir çocuk buldum o an... Kafasını okşamak, dost olmak için ikna eden... Havladığında “peki” diyip, sevilmek istemeyişine saygı gösterip, yine de köpekleri çok seven...


Şimdi kendi çocukluğumu arıyorum, en sevdiğim Yoganın içinde...
Hikayeler düşlüyorum. Oyunlar oynuyorum içimde...
Tüm bunları benim gibi başka çocuklarla paylaşmak için sabırsızlanıyor,
ve bazı çocukların havlamaktan yada havlayandan çekinmesini anlıyorum.
.
.