24 Aralık 2010

İyi bir YIL


Yeni yıl yaklaşıyor. Zamanı bölmenin saçma olduğunu düşünsemde, kendime bile çaktırmadan benim de içim kıpır, kıpır aslında... Bu birazda dalga dalga hissettiğim umutların etkileşimi belki de... Hep böyle olsa diyor insan... Herkes bugün umut dolu olduğu gibi, hep sevgi dolu olsa, kimse sevgisiz kalamasa tüm o sevginin ortasında... Yeni yılı kutlamayanın, o gece 12 de yatıp uyuyacak olanın, şarhoş olacak olanın, yalnızın, kimsesizin de bir umudu var. Yeniye, yeni gelecek olana ve yenilenecek bir yıla... Bu yılı güzel karşılayarak, hoşgeldin demeye hazırlanıyoruz. Güzel karşılayarak, güzellikler umarak... Dönüp geçmiş yılın içsel hesapları yapanlar, Aralık ayını sessiz geçirerek düşünenler, dilek listelerini ortaya serenler.. hepsine sevgiyle gülümseyerek bakıyorum.

2009’un son günü, beş arkadaş işten çıkarılmıştık. Hiç sarhoş olmayı beceremeyen ben, günün kırgınlığını ve akıttığım gözyaşlarını üzerimden atmak için eve geldiğim gibi içki içmeye başlamıştım. Sarhoş olmak sık sık yaptığım ve becerebildiğim birşey değildi ama becermiştim. O gün alt-üst olsamda, artık ağlamıyor, üzülmüyor, çeteresini tuttuğum yılın içsel hesaplarını gözet(e)miyordum. Geceye başlamadan bloğuma “en iyi intikam, iyi bir yaşamdır.” diye yazmış, sonra sarhoş kendimi çok sevdiğim arkadaşlarımla sokağa çıkarmıştım. Parkta o halde kaydıraktan kaymış, sokaktaki hiç tanımadığım bir grup genç ile halay çekmiş, dönerci ustasına “bereketli bir yıl dilerim” diyerek biramı kaldırmış, yanımdan geçen iki bekar gence, yeni yıl için 'aşk' dilemiştim ve saatin kaç olduğunu bilmeden gittiğimiz yerde kendimi unutarak dans etmiştim. Şimdi o anları hatırladığımda, gülüyorum kendime...

Geriye dönüp baktığımda, geçmiş günlerin bana neler katıp, neler götürdüğünü, neler öğrendiğimi, nelerle yüzleşip, hayatın karşıma neler çıkardığını düşünmek yerine olduğum kendime bakıyorum. İyi yaşadım mı? Peki ‘İntikamı mı aldım mı?’... Elimi kana bulamadım, kötü olmadım, karşıma gelen ne ise sorgulamadan onunla akmaya çalıştım ve gerçekten de iyi yaşadım. Bu yıl benim için duygusal anların yaşandığı çok özel bir yıldı. 35 yıldır yaşadığım şehirden ayrılmanın zorluğunu yaşarken, yeniden başlamanın gücünü bulduğum, beni tanımlı kılan herşeyden uzakta kendimi tanımaya çalıştığım bir yıldı bu yıl... İnişleri, çıkışlarıyla hepsi birer ödüldü benim için... Zaman zaman diplerde süründüm, zaman zaman yükseklerde kanat çırptım. Bazen kanadım kırıldı sandım, uçmayı bıraktım. Sonra kendimi inançla kaldırıp, yeniden denedim. Her seferinde hayata teşekkür ettim. Her seferinde bilmediğim bir kendimle tanıştım.

Hayatın değişimi, hızı, karmaşası karşında en iyi cevap iyi yaşamaktır. İyi yaşamak, yasında, mutluluğunda hakkını vererek yaşamaktır. Değişime, olana, olduğun hale, senden gidene, yeniye, yeni gelene kaygıyla değil, sevgiyle bakarak iyi yaşanır. Çünkü herşey olması gerektiği gibidir. Onun içinde bizim irademiz, ancak iyi yaşayarak gerçekleşir. Seçimlerimizi severek, yolculuğu severek, değişimde bile aslında iyi birşeyler olduğunu görerek....

Yazının bir bilinci var. Kelimeler düştüğü anda çalışmaya başlıyorlar hayatta... Nasıl korku filmi izlemek kabus yaratıyorsa, yazdığımız- okuduğumuz- söylediğimiz herşeyde bir enerjiyle donanıyor üstümüze... Ben kendimden yazarken, cümlelerimi olur da okuyan olursa, onlar içinde iyi şeyler yazmalıyım diyorum her seferinde... Biz iyi şeyler dilersek, büyür iyiliklerde...

Gelen yeni yıl dolu dolu gelsin. İyiliğiyle, bereketiyle, öğretisiyle... Umudumuzun hiç bitmediği, yere düşsek bile inancımızı bulup ayağa kalkabildiğimiz, seçtiklerimizin arkasında durabildiğimiz, kalbimizi korkmadan şeffafça açabildiğimiz... Bakarken aslında gerçeği görüp, üzüntümüzü de, karmaşamızı da, gözyaşımızı da kabul edip, her zaman sevildiğimizi –korunduğumuzu yüreğimizden hissedebildiğimiz... Büyürken, olgunlaşırken içimizdeki çocuğu da sevmeye devam ettiğimiz.... Sevginin; şifa, huzur,..ve aslında tek gerçek olduğunu unutmayıp, dokunduğumuz, söylediğimiz, yaptığımız herşeye Tanrı’nın sevgisinden katabildiğimiz... aşk’la, sağlıkla, herşeye rağmen gülümseyebileceğimiz bir yıl geçirmemizi diliyorum.

En güzel yıl iyi yaşanandır...
.
Bu yıl da öyle yapalım...
Çok güzel yaşayalım...

.
.
.
Brajeshwari.dd / 24.12.2010
.
.
.
yeni yıl hediyesi /eğlenelim....
That Man- Caro Emerald / indirmek için tık
.


30 Kasım 2010

MoR, SaRı ve küçük nokta KıRMıZı...


-“Heyecanlı mısın?” diye soruyor...
-“Hayır değilim, ama hafiften korkuyorum... “ diyorum.. “Ve bu korku öyle ‘ne yapacağım ben, hazır değilim’ korkusu değil... Aksine hazırım, çocuklar için birşeyler yapmaya hep hazırım... Sadece nasıl olacağını, yüzlerini, oynayacağımız oyunları, kahkahaları düşündükçe meraklanıp korkuyorum...” diye ekliyorum.
.

Cevap veriyor...
-“Bu korku değil zaten... Bu kalbindeki O’nun sesi... Bunu yapmanı istiyor,...”

Bu konuşmadan sonra sürekli şimdi ne hissediyor diye kalbimi dinliyorum... Bazen karanlık düşüncelerime takılıyor aklım, bazen hiçbir şey hissetmiyorum kalbimden... Bazen kalbim sevgiyle doluyor, akacak yer bulamıyorum. Bazen ben hiç birşey yapmıyorum, kalbim bana konuşuyor...

Hepimiz seçimlerle hayata yön verdiğimizi düşüne duralım, ben hiç böyle düşünmüyorum. Yıllar önce ekonomik kriz sonrası, gazetede işsiz bırakılan arkadaşlarına ithafen yazdığı bir yazıda Perihan Mağden “ Onlar ne kadar üzülse de, yukarıda Tanrı’nın onlar için yeni planlar yaptığına inandığını” yazmıştı. Çok sevmiştim ben bu yazıyı... Hayatı çok kontrol etmeye çalıştığım zamanlarda, bu söz aklıma geliyor ve gülümsüyorum.

Bedeni bir fırça gibi kullanıp, ortaya hayali bir resim yapalım dediğimde, çocuklara bakıyorum. Benim fırçamın sahibi aklım oluyor genelde... Halbuki beden aynı bir fırça gibi... Çizdiğin resimde belki bazı anlar insiyatifin var ama hem fırça olup, hem de fırçayı tutup resmeden olamazsın. O yüzden teslim olmak gerekir, resme, resmedilecek olana.... Tutup tutup fırçayı akılla dürtmek, bir dışavurumdan çok, mücadele sonucu bir amaç uğruna resmedilen bir tabloya dönüştürüyor resmimizi... En iyi ressamlar o yüzden fırçayı dinleyenler, izin verenler akacak olana...

Kalbimi dinliyorum. Kırgın olduğu zamanı, sevgiyle dolduğu zamanı, çaresiz hissettiği, bazen çoşkuyla taştığı anı dinliyorum. Bana kalsa kırgın olduğunda sert, derin, karanlık çizgilerin arasında minicik kırmızı bir nokta umut çizer tablosuna... Kırgınlığından çok umudu görülsün diye umut eder durur sonra... Çaresiz kaldığında boşluklar bırakır, zayıf çizgilerin arasında... Boşlukların ne dediğini anlasınlar ister karşıdan bakıldığında... Çoşkuda alacalı bulacalı çingene düğünü olur o tablo... Bakan çoşkuyla katılsın ister çoşkuya... Sevgi dolu olduğunda bir ağaca sarılır mutlaka renkler tablomda... Ama ağacı görüp, ona zarar vermesinler de ister bir yandan da...

İşte ben bunları hissederken, hiç bir şey çizmiyorum tabloma... Sanki kocaman boş bir tuvalin önünde oturmuş, fırçayı ne zaman elime alsam kalbim gülümseyerek "Dur” diyor bana... “Neden diye soruyor aklım?” Kalbim cevap veriyor. “Fırçaya izin vermedin”...
...
Peki neyi bekliyoruz” diye sorduğumda, cevap veriyor “ Bunu başladığın zaman anlayacaksın.” Başlayacak mıyım ondan bile emin olamıyorum diye geçiyor içimden, o an yakalanıyorum kalbime “zamanı geldiğinde dur desemde duramayacaksın” diyor kocaman gülümseyerek... Aklım olsa savaş açardım, ama kalbime kızamıyorum.. O hep böyle dolambaçsız, sade, uysal cevaplar veriyor... Tamam diyorum öyle olsun, tablonun karşında oturup resim yapmak için resim yapma hazırlığını bırakıyorum (!)... Fırçalar, tuval ve ben o anın gelmesi için duruyor ve bakışıyoruz sadece birbirimizle... Hepimiz resmedilecek için aracıyız. Fırça, tuval ve ben... Zamanı gelince fırça konuşup, renklerle anlaşacak, ben onlara aracı olacağım, tuval tüm güzelliğiyle olanı gösterecek olan...

İşte o an kalbim yine aynı şekilde hızla atmaya başlıyor. Bir şey var, heyecan değil onun adı, korku da değil tam... Boş tabloya baktığımda onun güzel bir resme dönüşeceğini, daha başlamadan harika olacağını biliyor oluşumun heyecanı bu... Kaybedilen zaman yok, yaşadığım anın hisleri benden uzağa düşmüyor, kırmızı nokta umut, boşluklar, çingene renkler ve aşk hala canlı içimde... Şu an fırçanın beni götüreceği tablonun içindeyim aslında... Renklerin, çizgilerin, yoğun sarıların, kırmızı umudun içindeyim, ağacın gölgesinde aşkla kaynaşmış renklerden biriyim. Tüm bunlara tuval kadar, fırça kadar aracıyım. Gülümsediğim zaman bile aracıyım O’na... Şimdi de yazıya aracıyım aslında... Sizden geleni de ondan bilirim, işte bu yüzden de hep gülümseyin isterim...
.
.
_____

Derste fırçalar dansederek hayali resimlerimiz bitiriyoruz. “Haydi bakalım ne resmettik” diye soruyorum tek tek... Spiderman, Pembe Elbiseli Barbie, Bmw, Hulk, Sarı Saçlı Prenses çizenler var aramızda... Benimkisi öyle hayali bir fırça salınmasıydı, onların yüzlerine bakarken ne çiziyorlar diye düşünüyordum, bir yandan da pembe elbiseli prensesin eteğinin fırfırını, SpiderMan’in kırmızı taytını boyamıştım belki de öğretmen olarak çocuklara yardım olsun diye...

Aralarından biri müziğin ve hayali fırça oluşunun çoşkusunu yitirmeden aramızda hala döne döne dansediyordu. “Sen ne resim yaptın” diye sordum, bir yandan da fırça oyunu bitti demekti sorumdaki niyet... Hiç bozmadı dansını, Duramadı!... “Bak ben hala fırçayım” diye cevap verdi soruma, sonra da çevremde parmak uçlarıyla dans ederek dolandı, belki de beni mavilerle, kırmızılara boyadı... 5 yaşındaki kreş arkadaşları ve 5x7 yaşındaki öğretmeni, hepimiz sessizce, onun büyülü resmini bitirmesini bekledik resmettiğine, dansına, aracılığına saygıyla....

.
Teşekkürler çocuk!
.

.
.
imza: uçuşkan mor, yoğun bir sarı ve canlı küçük nokta Kırmızı / 20.11.2010

dans edenlere eşlik etsin diye.....

10 Kasım 2010

HaFiF!


"Stretching your hamstrings is only the beginning. Can you stretch your bones? Your mind? Your dreams? Your soul?" Judith Hanson Lasater

Derse bir saat kala yola koyuluyorum. Bazı günler insan kendi kendine ağır geliyor. O günlerde o kadar zor ki, hazırlanmak, evden çıkmak, yürümek, insan arasına karışmak...

Yürürken ayaklarımı attığımın farkındayım, ayakkabının ağırlığının farkındayım, çantamın yükünün, içinde taşıdıklarımın, aklımdan geçenlerin.... Elimde tuttuğum anahtarın yorgunluğu var kollarımda sanki... Merdivenleri inerken dizlerimi kırmak yoruyor. En çok beni yoran da, yol boyunca oturduğum koltukta karşıma bakarken, aslında başka şeyler görmek kendi hafızamda... Ara ara gözlerim karşımda oturanların boyunlarının duruşuna, sağ ve sol dengelerine, kalplerinin açıklığına bakıyor, konuşurken mimiklerini yakalıyorum. Onları izlediğimi sanırken, kendi bedenimi izlerken buluyorum sonra kendimi... Neyseki duruşum genelde dengeli.. Sadece bugün sağa kayıyor boynum sıklıkla... Bu demek ki o an beynimin sol tarafı çalışıyor, düşünceliyim ve sağ ayağıma ağırlığımı da verdiğimde aslında içimde duygusal bir anın görüntüsü geçiyor. Kendi dış tahlilim, içimdekileri okuyor adeta... Ayaklarımı dengeliyor, sırtımın duruşunu yokluyorum , düzeltiyorum hemen kendimi...
.
Matın üzerindeyim, geldiğim yol bitmiş kafamda... İçimdekiler mi ? onların hepsi yerli yerinde ağır...
.
O gün sınıfta hepimizin vucuduyla ilgili aksadığı noktalar var. Bazımızın dizi, bazımızın kulağıyla ilgili denge sorunu, bazımızın sağ bacağı çekiyor. Ama olsun! Matın üstü, mükemmelliğe ulaşmak adına savaş vereceğimiz bir alan değil. Sınırlarımızı keşfedeceğimiz, bırakacağımız, kendimizi dinleyip, anlayışı öğreneceğimiz bir alan burası... Bunu bilerek derse başlıyoruz.
.
İlk ısınma serisini yaptığımızda ellerimden başlıyor terleme... Mata avuçlarımı, parmaklarımı köklesem bile ellerim tutmuyor beni ve kütlemi... Avuçlarımın terlemesini izliyorum. Geriye doğru açılmalarda kalbi açmaya -yükseltmeye çalıştığımızda, beni engelleyenin gögüs kafesimin esnekliği olmadığını biliyorum. Kalbim içinde tuttuklarıyla açılamıyor, kasılıyor sanki... Nefes çalışması yaparken sağ ve sol burun deliklerimin eşit nefes almadığını farkediyorum, bakıyorum ki o an kafam yine sağa düşmüş. Tek ayak üstündeki denge duruşlarına geçtiğimizde, yerdeki ayağım köklenmek yerine, kasılarak bacağıma güç vermekte zorlanıp, dengemi bozuyor. Dengemin bozuluşunu izliyorum sakinlikle....
.
Terlemenin sadece bedensel olarak ısınma olmadığını biliyorum. Atıyorum sanki biriktirdiğim düşünceleri... Beden ısınmaya ve anlaşılmaya başladıkça, denge de yerine oturmaya başlıyor. Zihin aradan çıkınca, bedenin mükemmelliği ve bu mükemmellikten doğan doğal gücün ortaya çıktığını deneyimliyorum tekrar... Bunun için sadece teslim oluyorum hissettiğime, olan bitene ve içimde bulunduğum duruşu izlemeye koyuluyorum..
.
Ayaklardan başlıyor değişim. Beyine en uzak organlar ayaklar, o yüzden dürüstler... Dengesiz salınımlar, tutarlı- yeri kavrayan duruşlara bırakıyor önce kendini... Ayaklarımla beraber dizlerim sağlam durmaya, öne esnemelerde rahat bırakmaya başlıyor kendilerini... Ayaklar karar merkezleri, dizler o kararları harekete geçiren noktalar aslında... Tüm bunlar olurken, ayaklarım kararsızlıklarını, dizlerim harekete geçmekten korkuşlarını salıveriyor sanki... Ayaklarım sağlamlaştıkça, bedenimin daha güvenle uzadığını hissediyorum. Bastığım yere güven duyarken, bedenim yükselirken umutlarım gökyüzüne sürgün veriyor. Aklımı korumak için kapanmıyor boynum içeri... Boynum uzadıkça, aklımdan geçenler hafifliyor. Böylece sırtım omurga omurga nefes alıyor sanki... Omzumdan geriye bakışlarda, sadece boynum değil, sanki bakış açım da esniyor. Kör noktalarımla karşılaşıyorum orada... Nefesimi hissediyorum artık. İçime dolan, her bir zerremi mutlulukla dolduran... Kalbi yükseltip, açmaya çalıştığımızda artık omuzlarım rahatlıkla geriye açılıyor. İçimden geçen tüm duygular özgürleşmeye başlıyor o an.... Kalbimin orta yerinde hissediyorum,.. ne olduğumu, gerçeğimi, yaşadığımı... Nefesim onaylıyor tüm bunları....
.
Ter, uçuşan düşünceler, bedensel yorgunluk birbirine karışmış bitiyor ders... Ama tertemiz ve sadeyim. Sıyrılmış sanki taşıdığım tüm düşünsel yükler üstümden, nefesim eşitlenmiş, kollarım ayaklarım hissedilemez bir boşlukta salınmaya başlamış sanki. Var olduğunu sandığım ağırlıklar, varoluşun gerçek hafifliğine bırakmış beni...
.
Yenilenmiş olarak çıkıyorum stüdyodan.... Yol boyunca adımlarımı izliyorum sadece... Söz yok, içimde konuşan-hatırlatan kimse de... Zihin ve oyunları başrolden çıkalı çok olmuş... Uçuşuyorum. Kırgınlık ne hatırlamıyorum, yargılar, sıfatlar, olaylar yok olmuş, yarın ne olacak umrumda değil...
.
Sevginin içine sadece sevgi katılıyor,
özlemenin içi sadece daha çok özlemle doluyor...
Gögüs kafesim nefesimle dolarken, kendime bakıyorum,
İçimde tarif edilemez bir minnet duygusu,
kalbim açık, savunmasız, sevgi dolu...
Boynumsa sağ tarafa düşmüyor artık....
.
.



Deva Premal - Om Namo Vasudevaya Tık

03 Kasım 2010

OLSAM...

" me and you and everyone we know" filminden bir kare...


Bir kitabın ayracı olsam... Kitabın cümleleri uçuşurken uykunun arasında, ben o sayfaya takılsam, kitabın hikayesini düşlesesem karanlıkta...

Bir bezelye tanesi olsam... Önce tencerenin içinde teslim olsam sıcağa, suyun kaynama noktasına... Bıraksam diri olan kendimi, çeperimi, içimi, içimden geçenleri...

Koltuğun pütürlü motifi olsam... Elin ne zaman farkında olmadan o motifin üzerinde dolansa, anlasam o an aklından geçenleri...

Kahve bardağın olsam... Bardağın dibindeki kahve lekesini süngerle çıkarmaya çalışırken sen, sabundan hoşlanmasam, püskürtsem köpükleri bir o yana bir bu yana... Sonra durulanınca rahatlasam, banyo yapmış yaramaz bir çocuk gibi...

Saatin olsam... Her sabah bağlasan beni bileğine.... Zamanı gösterirken sana, aslında ben kalp atışlarını dinlesem dakikalarca... Kalbin attıkça zaman yavaşlasa...

Her zaman oturduğun kafenin masa örtüsündeki bir pöti kare olsam... Karşında sohbet edecek biri yoksa, bana anlatsan gününü, içinden geçenleri.... Sussam, konuşmasam ama anlattıklarınla doldursam dört köşemi...

Montunun düğmelerinden biri olsam... Soğuğa karşı iliklesen beni bir yanına ve sıcağa geçtiğimizde merhaba der gibi ayrılsak iki tarafa...

Şans eseri ayakabının altına takılan bir çakıl taşı olsam... Yollarını öğrensem, adımlarını izlesem, seninle dursam, seninle yürüsem, sonrada beni bırakman gereken yerde tabanından sökülsem... Deniz kenarında, geçtiğin parkın birinde, Taksim’in orta yerinde... Kalakalıp özlesem seni öyle...

Masanın yanında duran pencerenin üstten 8. Jaluzisi olsam... Sen dışarı bakıp gökyüzünü içine doldururken, ben sana bakıp okusam hayallerini....

Üzümlü kekin içindeki bir tane üzüm olsam... Tam sen “Üzümlü keki çok seviyorum” diye düşündüğün o an, ben bunu tüm üzümler adına üstüme alınsam, desem ki o da seviyor beni....

Gümüş rengi anahtarlığın olsam... Cebinde tutup beni, kaybetmesen hiç bir yerde ve her baktığında hatırlatsam evini...

Gömleğinin sol yakası olsam... Hani düşünceye daldığında oynadığın köşeşi... Parmakların değince sakinleştirsem seni...

Dinlediğin şarkıdaki minik bir es'ten sonra başlayan çoşkulu bir yalvarış olsam... o an aklına düşsem, baştan alsan tekrar müziği....

Yastığın olsam.... Seninle aynı rüyaya beraber dalsam... Sabah uyandığımızda en az senin kadar darmadağınık ama mutlu uyansam...
.
.
.

__

Ya da ben, ben olsam

Sen de sen

Ben seni özlediğimi söyle(yebil)sem

Sende “bende” desen... “Bende özledim seni..”

Sonra sarılsak

Sen ben olsan, ben de sen...

Sarılsak...sarılmış olsak...



Ve öylece kalsak...

bir daha hiç özlemesek birbirimizi...,..
.
.
Brajeshwari.dd / 2.11.2010
.
.
NOT: bu yazıyı yazarken şarkı dinlemedim :) sessizdi ortalık.. ama bu yazıyı başlatan şarkıyı söyleyebilirim belki... TIK /
.
Bu yazı ona, onlara, karşı yakadaki güzel bir dosta,.. özlediklerime yazılmıştır...

30 Ekim 2010

AŞK yeter !


Yazamıyorsan bir sebebi vardır... Sakın kelimeler küstü sanma sana... Dura'kalıyorsa cümle orta yerinde... Tamam o zaman yazma sende... !


Burada olmanın bir sebebi vardır. Şimdi - şu anda... Sorma veya yargılama, sadece yaşa...

Çevrendeki güzel insanların yanında oluşlarının bir nedeni vardır mutlaka... Bol bol söylediğin 'iyi kilerin' arasında saklıdır o güzel neden aslında.... Bilirler, bilirsin... Sözsüzdür gerçek nedenler....

Gözyaşlarının da nedeni vardır. Ne kadar ağlarsan o kadar temizlersin kendini ve insan olursun daha fazla... Utanma, saklama.... Ağlayabildiğin için çok şanslısın aslında...

Kaybolmanın bir nedeni vardır. Yollar seni bambaşka bir yere çıkarır, aslında orda olman gerektiğini ve orayı sadece kaybolarak bulabileceğini anlarsın zamanla...

Çok özlemenin bir nedeni vardır. Katmerlenerek kabarır içindeki sevgi... Özlemeyi sevmeyi öğrenirsin sonra...

Kulak ağrılarının, ondan dolaylı baş dönmelerinin bir nedeni vardır mutlaka... Yer ayaklarının altından kayarsa, sende ayakların yerine olmadı(!) başının üstünde durabilirsin sonuçta... Yapamıyorum, başım dönüyor dediğin o yoga duruşuna girersin korkusuzca... O zaman öğrenirsin kulaklarındaki sorun döndürmez yeri, ayaklarındır hızla iteleyerek döndüren evreni...

Bu koşturmacanın içinde olmanın bir nedeni vardır. Koştuğun/Koşmadığın için belki de hız almıyor sanabilirsin kendini... Varmak diye birşey yoktu ya, hız neden olsun bu durumda?

Kafanda sorular olmasının bir nedeni vardır. Soru varsa, cevapta vardır ve elbet açılacaktır yolları yakında... Belki güzel uyandığın bir günün sabahında, belki cevap hayata baktığın başka bir açıda, belki de alacaksın cevabı öylesine bir an’da...

Yine öğrenci olmanın bir nedeni vardır. Biter mi hiç bilgi... Kim bu hayattan gerçekten herşeyi öğrenip gitti ki?

Beklemenin bir nedeni vardır. Kıvransan da, zamanı ileri almak, başkalarının aklına girip düşüncelerini öğrenmek istesende boşuna... Beklemediğin zaman varmış olacaksın –olacak olana...

Mesajların bir nedeni vardır. Bazen bir konuşmanın içinde, bazen aslında sana direkt söylenmemiş bir sözde, bazen bir blogun cümlelerinde,... Sanki sadece sana yazılmış gibi, merhem olur sızlayan köşene...

Bitmelerin nedeni vardır. Sadece görevdir biten... Biribirimize bağlı olduğumuz bu yaşamda, veda da yoktur aslında...

Kötü şeylerin bir nedeni vardır... Aslında, görülmeye layık bir 'iyi' saklanır onunda ucunda, bucağında...

Yağmurun nedeni vardır... Güneşin de nedeni vardır elbet...

----


Susmamın bir nedeni vardır. İçimdeki ben, duyurur kendini bana... Herkes konuşur, o söyler en ben olanı, bana... Susar, dinlerim, gülümsemem karışır mutluluktan akan gözyaşlarıma, o anda ellerim kavuşur kalbimin tam ortasına....

İçin için aşkla yanmamın bir nedeni vardır.... Dolar, büyür, çoşar, sarsalar, sarar, yorar, yakar, büyütür, azaltır bazen... ama Aşktır. Vardır,... Herşeyi kabul edersin, seni yaksa da –çoğaltsa da... şükredersin sonuçta..

Herşeyin bir nedeni var. O bilir. Biz bilemeyiz.
Bende bıraktım kendimi, sözcüklerimi, nedenlerin içindekileri.....
.
.
.

Yazamamın nedeni var...
ve sözcüklerin yetersizliğinde

şu kadarcık yazabilmiş olmam da nedenli........ (?)

.

She left Home ( Jane Birkin) -instrumental

Şarkıyı indirmek için TIK!

06 Ekim 2010

Tam bir BİR, “daha çoktan” değerlidir.



Bir Ekim sabahına uyandım. Her sabah üşüyerek uyanmaya başlamıştım. Uyanınca önce rüyanın hatrına yatakta bir süre hiç birşey yapmadan oturuyor, uyku ve uyanıklık arasındaki evremi pencereden dışarıdaki ormana bakarak geçiriyordum. Yeniden öğrenmişcesine ayağa kalkıyor, dengemi kontrol edip, ayaklarıma bakıyor, adımlayarak, yürümeyi unutmadığımın farkına varıyordum. Banyoya vardığımda aynada kendimle karşılaşıyordum tekrar... Suya dokunuyordu ellerim, temizliyordum uykunun izlerini severek suyla kendimi... Buzdolabını açtığımda, kendime supriz yapacakmış gibi kahvaltı hazırlıyordum her gün... Kahvaltı bittikten sonra, kahvemi alıp balkona çıkıyordum, benden- dışarıdan içime bakmaya...

Dışarıda hayat başlamıştı. Okul servisleri, sabahın topuklu kadınları, park yerinden çıkan arabalar ve ses birbirine karişiyordu. Güneş tam doğmamıştı ama uyanmıştı İstanbul yine... Gün içinde koşmaya başlayacaktı. Sağa sola akacak, varacak, yürüyecek, soluklanacak, konuşacak, yazacak, okuyacak, alacak, verecek, cevap verecek, yiyecek, içecek, duracak, çoğalacak, azalacak sonra yine sessizce çekilecekti geceye... Hız tüketecekti günü yine... Yetişmek, halletmek, öğrenmek, öğretmek, ödemek, kazanmak, anlatmak, ulaşmak üzerine hızlanacaktı herşey kendi devinimin içinde ve sonlanmadan bir diğerine eklenecekti. Daha çok, daha fazla, daha cesur, daha dayanıklı, daha bilgili- daha bilen, daha dayanıklı, daha yetkin ve daha hızlı olmaya zorlayacaktı belki gün yine... Her gün tekrarlanacaktı bu eylem... Üst üste fazlalaşacaktı sanki herşey... Bir gün sonra, dünün yeterliliği yetmez olacaktı.

İçleri boş kalacaktı çoğunun... Olması gerektiği gibi olacaktı sadece... Mesela yürürken gökyüzüne bakılmayacaktı. Öğrenilen, öğrenilmesi gerektiği için bilinecekti. Yenilen, sadece karnın doyması için olacaktı. Konuşulan, konuşmuş olmak için.... Yere basarken toprağa hissetmeyecekti çoğu insan... ve yüz yüze gelindiğinde göz-göze bakılacak, görünmeyecekti perdenin arkasinda görünmek istenen...

Bilgi bilinecek, yemek yenilecek, yol yürünecek, saatler böyle geçecekti. Ezbere, daha iyiye ezberlenen başka bir güne eklenecekti. Gün geçecek, ay geçecek, mevsim değişecek daha nefessiz, daha stresli, daha huzursuz ve daha doyumsuz olacaktık belki de... Sonunda minik bir mola- tatil ihtiyacı duyduğumuzu söylesekte, en kötüsü tatilsiz değil, hayalsiz kaldığımızı itiraf edemeyecektik kendimize.... Tatili de tekrar hız kazanmak adına güç depolamak diye değerlendirip, döner dönmez koşmaya kaldığımız yerden devam edip, yorulacaktık fazlasıyla...

Daha çok tüketiyoruz, neye sahibiz. Daha çok okuyoruz, ne biliyoruz. Daha fazla öğreniyoruz, neyi uyguluyoruz. Daha çok çalışıyoruz, ne kazanıyoruz. Daha çok konuşuyoruz, ne diyoruz. Sadece hızın içinde hız kazandiğimizi sanıyoruz... Yanılsıyoruz..

Aşkın içinde aşksız bırakıyoruz kendimizi... onu da hızlandırıyoruz. Almadan- vermiyoruz. Veriyor karşılığını istiyoruz. Sadakat istiyoruz, şefkat bekliyoruz, kendimizi bile doğru düzgün sevmeden bizi başkası sevsin istiyor, sahip olmaktan öteye gidip özgürleştiremiyoruz sevgiyi... "Çok sevdik diyoruz "sonra, "sevgimin değerini bilmedi"... :)

Bunların hepsini biliyoruz aslında... Gökyüzünü görmeyen de, yere basarken toprağı hissetmeyen de, koşarak varmaya çalışan da, nefes alıp nefessizim diyen de, bunu yazan da biliyor aslında tüm bu gerçekleri...

Daha çok- daha çoğu, daha hızlı -çok daha da hızlıyı ister. Biz kendi sınırlarımız ölçüsünde ya her gün daha da çok koşup, her gün daha hızlanarak varacağız bitiş çizgisine ve sonunda daha da hızlanacakken öğreneceğiz nasıl duracağımızı belki de...


Dünyanın tüm maddi kaynaklarına sahip olduğunuzu düşünün bugün,... Başarmak istediğiniz şeyin sizin olduğunu hissedin,... Çok genç, sağlıklı ve güzel olduğunuzu aynada görün bugün, içinizdeki gücü ve bilgeyi bilin, ona gülümseyin,... Bir yemeği yerken, onu yaratanın, hazırlayanın enerjisini de tadın damaklarınızda... Yürüyebildiğiniz için şükredin... Ellerinize bakın, onlarla neler yaratabileceğinizi düşünün, deneyin... Dünyanın tüm güzelliklerini görebileceğinizi bilin, kapatın gözlerinizi sadece... Gökyüzünü dinleyin... Toprağı hissedin... Görün, bakmaktan öteye... Durun ve kendinizi çok sevin, o’nun sizi çok sevdiğini hissedin öncelikle...

Güzel söz söyleyelim, konuşmuş olmaktan daha çok... Güzel bakalım, bakmış olmaktan daha çok... anlayalım, “bende” diye söze başlamaktan daha çok... Yaratalım, fazla yapmış olmaktan daha çok... Bir şeyi iyi bilip- uygular olalım, çok şey bilen olmaktan daha çok...


Tam bir BİR, “daha çoktan” değerlidir.
Sadece duruyor olmak, hızlanmaktan daha zordur.

.
Kendini sevmek, hatırlamaktır..
Ancak o zaman BİR, fazlasıyla çoğalır...

.

.
Brajeshwari.dd / 4.10.2010
.
.
Balkondan bakarken bu şarkı çalıyordu.

Dedektivbryan - E 18


indirmek için tık!

23 Eylül 2010

Göz Göze ...





Çocuklarrr” diye bağıran bir yetişkin, kendiyle yaşıt diğer çocukları rahatsız edebilir. Diğer çocuklar büyüdüklerini sanırlar, çünkü artık çocuk değillerdir kendilerince... Oysa yanılırlar, hepimiz hala çocuğuz ve büyüdükçe bir bok olmuyoruz...



2. Çocuk yogası eğitimimi geçen haftasonu 3 günlük bir eğitim ile tamamlamış oldum. Rainbow Kids yoga eğitimi, benim daha önce Ankara’da aldığım eğitimin 3 güne sıkıştırılmış bir haliydi. Fakat bu eğitim ile beraber yeni oyunlar öğrendim ve yepyeni insanlarla tanışmış oldum. Yoga sayesinde kurulan her dostluk benim için çok değerli... Yogayla sosyalleşmek beni hep mutlu ediyor ve bir sürü çocukla tanışmak, bunun nasıl bir duygu olduğunu anlatamam...




Toplam 30 kişiydik. Eğitime katılanların hepsi uzaktan yakından çocukların içindeydi. Bazımızın çocuğu vardı, bazımız bir şekilde çocuklara eğitim veriyorduk ama hangimiz kendimiz için oradaydık, henüz bilmiyorduk. 3 günlük eğitim, günde dolu dolu 7 saat süren hoş anılarla dolu..... Eğitimin ilk dakikalarında, herkes kendini tanıttı. “İsmin ne, ne iş yaparsın?” Eğitmenimiz Caye, başka bir soru daha ekledi tanıtım konuşmamıza “ büyüyünce ne olacaksın? ”... Kimse böyle bir soru beklemiyordu, sistem bir anda durakladı. Büyüyünce olmuş olduğumuz şeyi, olmuşmuyduk peki?


Çocuklara öğreteceğimiz her tür oyun, yoga duruşunu öğrenmeye koyulmuştuk. Notlar aldık, yoga duruşlarını deneyimledik, oyunların içinde yer aldık. Ne kadar kolaydır halbuki yerde yuvarlanmak, nedensiz kahkaha atmak, hoplamak-zıplamak... İlk gün tutukluğumuz, büyümenin verdiği tutukluktu. Öğrenmek için ordaydık, ama oyunu, çoşkuyu yaşamak için hatırlamamız gerekti.

.

Dolu dolu geçen iki günün ardından son gün yan yana, kol kola, ayaklarımızı tutarak, sırtlarımıza masaj yaparak bir sürü oyun oynamıştık. O gün kim olduğumuz daha da önemsizleşmeye başlamıştı. Düşmemek için yanımızdakine sarılmıştık sık sık, denizde dalga olmak için yan yana dizilerek yerde yuvarlanmıştık bir sürü... Dokunmak adına bir sürü yol almıştık. Maskeleri, kimlikleri bırakıp çocukluğumuzu yaşadığımız bir noktaya varmıştı artık samimiyetimiz...


İşte o gün eğitmenimiz Caye hepimizi el ele tutuşturdu. Bir grup içerde, diğer grup dışarda çember yaparak göz göze mandala çalışmasına başladık. Fonda hafif bir müzik... Göz göze geçen dakikalar... Her 2 dakikada bir çember dönüyor, karşında başka bir çift göz....


Normalde o kadar uzun bakmıyoruz hiç kimsenin gözlerimizin içine... Hatta normal şartlarda gözlerimizi kaçırıyoruz sık sık... Çemberin içinde ilk bakışlar kaçtı bazen, bazen kıkırdayarak gülümsedik. Hem yanımdaki iki kişinin elini tutuyorum, hem karşımdakinin gözlerinin içine bakıyorum. Nasıl bir akış var. Elllerimden, gözlerimden yüreğime... Baktığım yerde cümleler geçiyor içimden... Sessiz, göz göze konuşmalar... O kadar çok konuşuyorki ki içim ? “Merhaba, tanışmıyoruz ama... “ “ Şimdi sen ne görüyorsun acaba?” “Niye gözlerin doldu şimdi?” Soruları bırakmaya karar veriyorum. Güzel şeyler söylemek istiyorum gördüğüme, görünene, benden –ona, ondan ben’e.... “Çok güzel bir çocuksun... Sevgiyle görüyorum seni... “ Çember 3. Kez hareket ettiğinde afacan bir kız çocuğu düşüyor karşıma... Birbirimize mimiklerle neler anlatiyoruz kimbilir. Gülümsüyoruz, kıkırdamamak için kendimizi zor tutuyoruz, sonra şefkatle yumuşayıp sanki birbirimizin saçlarını okşuyoruz. O noktada gözlerim dolmaya başlıyor. Gözlerimi hareket ettirmediğim için lensim gözümü sulandırıyor diye düşünüyorum. Halbuki biliyorum, içime işliyor bakışlar... Kaçamıyoruz, görünmeye başlıyoruz, baktıça şeffaflaşıyoruz. Göz ne çok şey anlatıyor. Neler gördük, nasıl baktık, kimbilir ne anlattık ? Çember bir kez daha dönüyor. Masmavi bir çocuk... Gözlerini kaçırmak istiyor ama kaçırmaması gerekiyor... Öylesine kasmış ki kendini, yanakları kırmızı kırmızı... Gözleri dolunca, tutuyor kendini, onun yerine benim gözlerim yaşarıyor. Büyümüş bir erkek çocuk görüyorum karşımda, büyüdüğü için bırakamayan kendini.... Dakika yine atıyor, gözlerimizle teşekkür edip eş değiştiriyoruz yine.. “Merhaba”.. bakıyoruz içimize, yüreğimize... Uzun uzun, gülümseyerek şefkatle... İçimden “çok seviliyorsun, merak etme” diye geçiyor, gözleri doluyor, sonra benimde artık yaşlar süzülüyor yanaklarımdan... Dakika dolduğunda, yüreğim sevilmekle dolu dolu teşekkür ediyorum ve yine eşimi değiştiriyorum. Hepimiz çemberin içinde, yüreklerimizle bakıyoruz birbirimize... Bu sefer çok ağlamış biri geliyor karşıma... Gülümsüyorum. Beraber gülümsüyerek temizliyoruz içimizdekileri... Güzel şeyler fısıldıyor yüreğim, küçük bir kız çocuğunun fısıldaması gibi... Biz” diyorum cümlelerimde artık, gördüğüm benden çünkü... Benim gördüğümü o da görüyor... Aslında aynı çemberin içinde hepimiz görmekteyiz bir’liğimizi... Kapılar yıkılıyor, duvarlar çöküyor, süzülmesi gerekenler boşalıyor içimizden, gülücükler atılıyor, ruhumuz fısıldıyor gözlerden yüreklere... Çemberin içinde kaç çocuk gördüğümü sayamam. Renk renk, cıvıl cıvıl, saf, güzel, pırıl pırıl... Kaç çocuk gördüm içimde sayamam. Kaç kapı açıldı içime, kaç duvar yıkıldı, süzüldü içimden gitmesi gerekenler ve kendimde kaç tanesiyle karşılaştım, saymadım. Çember tamamlandığında bir tur atılıyor hızlıca ve durduğunuz noktada karşınıza düşen kişiye sarılın diyor eğitmen... Sarılmak değil bunun adı, herkes birbiriyle kucaklaşıyor gözleri kapalı.... Kalp kalbe kucaklaşıyor, hatta yetmiyor daha da sarıyor kollarını....



Yerlerimize geçtiğimizde sessizlik hakim... Herkes artık daha iyi tanıyor birbirini... Herkes daha arkadaş, daha kendi....



Gözler aklımdan gitmiyor öğle molasında... Tüm katılımcılar birşeyler duymuş göz göze geldiğinde... ve ne güzel bir duygu ki, çoğu cümle eşleşiyor o an karşılıklı içimizden geçenlere... ve tanıdık, özlediğimiz sevgiye....




Göz göze gelindiğinde insanın içinden en çok “ Sevilip sevilmediği korkusu” geçermiş... Çocukken başkalarının sizi sevmesi için kodlanmışsanız, büyüyünce de aynı korkuyla yaşarsınız. O yüzden, çocuklara kendilerini başkalarına sevdirmek için kodlanması yerine, önce kendilerini sevmeyi öğretilmesi gerekiyor.


Geçen haftasonu benim gibi bir sürü çocukla tanıştım... Şimdi ne zaman aynada kendimle göz göze gelsem, “seni çok seviyorum çocuk” diyorum kendime. Ve kendi gözlerime bakarken, aslında herkese sevgiyle baktığımı biliyorum.


..


Brajeshwari.dd / 20.09.2010


.
. Itsumo Nando / indirmek için tık


Şarkı şöyle der :
it's calling, somewhere deep in my heart.
i want to have an exciting dream always.
there are countless sorrows,
but i will surely see you beyond them.
every time one makes a mistake,
one just knows the blue of the blue sky.
it looks that the path continues to no end,
but these arms can hold the light.
my silent heart in the time of farewell,
the body that becomes zero listens carefully.
the mystery of being alive, the mystery of going to die,
it's the same with flowers, winds, and towns.
it's calling, somewhere deep in my heart,
let's make a dream, always and time after time.
rather than count the number of sorrows,
let's sing softly with the same lips.
in the closing memories,
i always hear the whisper that i do not want to forget.
even on a shattered mirror,
a new landscape can be reflected.
the morning of the beginning, the quiet window.
fill up the body that becomes zero.
i no longer look for it over the sea.
the shining thing has been here always,
i have found it in myself.

19 Eylül 2010

Burada !






Bayram tatili, tatilsiz geçen 2 yıl sonunda yüzümüzü güneşe çevirip, ayaklarımızı denize değdirip, bedenlerimizi şezlonglarda umarsızca bırakıp, unutmak, zihnimizi sıfırlamak için beklenen bir zaman dilimi olmuştu bizim için... Öncesinde geçirilen taşınma, şehre alışma telaşı yerini geri sayılan günlere bırakmıştı. 4 gün sonra, 3 gün, 2 gün, ve Bodrum’a ayak basışımız...

Son bir yıldır, iş değiştirmiş, hayatın bize, düzenimize verdiği yeni yönlere söylenmeden girmeyi başarmıştık. Ürküyorduk ama iyi yürekliydik, tek gücümüzde buydu. Dostlarımızı, ailemizi, evimizi bırakıp, şehir değiştirmiş, yepyeni bir evde, yepyeni bir hayata adım atarken yürekli olmaya çalışmadan kendimiz olmaya karar vermiştik. “Evinize, İstanbul’a alıştınız mı? “ diye soranlar olmuş, tüm yerleşme, alışma, korkuyla yüzleşme safhalarını bir kenara bırakıp, yorgunluğumuzu da çok fazla dillendirmeden “insan burda da insan, yol burda da yol, burda da nefes alıyoruz” diyerek alıştığımızı söylesekte, alışmanın tam anlamını sorgulamamış, yaşama bakmaya seçmiştik. Sadece çok özlemek vardı içimizde... Özlemekle başetmek zormuş gerçekten... Yıllar önceki bir sohbette en başedilmez duygunun ‘pişman olmak’ olduğunu emin bir şekilde söylemiştim. Ama özlemenin ne demek olduğunu bilmediğimi şimdi anlamıştım. Ankara’da ailemle yaşayan kedimin fotoğrafını öperken, son dersimde taktığım küpelerin öğrencilerimden bana şans getireceğini düşünürken, babamın aradığını görüp duygusallaşmamak için kendimi frenlerken tam kalbimde hissetmiştim özlemenin başedilmezliğini. Arkadaşlarımızla, ailemizle aramıza mesafeler girmiş, ilişkinin mesafelere takılan sürüdürülemezliğini öğrenmiş, ama onları sevmenin ömür boyu süreceğini yaşayarak tecrübe etmiştik. Bunu öğrendikten sonra ‘özlemek’ kelimesi çok fazla dillenmeden, ötelenen hatta hayatın içinde ızdırap verici bir yük haline getirilmeden kapı dışarı edilen bir duygu halini almıştı. Özlemek, yalnız kaldığında, kendini kötü hissettiğinde, yabancılaştığında yasaklı kelime olarak ilan edilmişti.

Bodrum’un Eylül günündeydik. Sürekli derin nefesler alıp, “ben burda yaşarım” diyordum. Artık yaşadığım, kök saldığım şehirden koptuktan sonra her yerde yaşayabileceğime inanıyordum. Çoğu zaman yersiz, yurtsuz hissediyordum kendimi ama artık çok fazla kendi ülkemdeydim. Kendimleydim. Şezlongun üzerinde sağa sola dönerek kitabımı okurken, bazen kıyıya vuran dalgalanın sesine, bazen ufuktaki yelkenlilere dalmışken bu düşüncelerin içimden akışını izliyordum. Aynı zamanda gölgesine kurulduğum ılgın ağacının, narin ama iğneli yapraklarına hiç bir zaman bakmadığım kadar dikkatle bakıyor, onu anlamaya çalışıyordum. Gözlerim kapanıp, güneşin ve gölgenin birbiriyle çekişmesine aldırmadan, çocuk ve dalga sesleri arasında, ılık rüzgarın ninnisiyle mutlu uykulara dalıyordum. Elimdeki kitap yanıbaşıma düşerken, hikayenin kahramanı Azra’nın bir sonraki sayfada anlatacağı şeyleri düşlerken, kendi rüyalarıma doğru yolculuğa çıkıyordum. Sanki yattığım şezlong ığıl ığıl denize doğru kayıyor, ben sahilde minik dalgalar eşliğinde rüyamdaki yolculuğa çıkıyordum. Zihnim uçuşuyor, bedenim hafifliyor, ben hiçbirşey yaparak düşüncelerimin, yüklendiklerimin ve kalbinden geçenlerin seyrini sürüyordum. Ne zaman deniz kokusuyla, tarçınlı güneş kremi kokusu burnuma çalınıyor, o zaman kendimi cennette hissediyordum. Rüya adeta uyandığımda da devam ediyordu.

Bir sürü ten, vucüt, ayak, kol, göbek görüyordum sahilde... Bazıları güneşe taparcasına bronzlaşmaya çalışırken gözüme takılıyordu. Bazısı yağlı, yuvarlak, sarkmıştı bedenlerin... Eskimişti çoğu... Bazısı genç, diri ve beyazdı. Oturduğum yerden yılın en az dokuz ayı saklanmış bedenlerin, deniz kenarında özgürleşmelerini, oldukları gibi ortaya çıkmalarını izliyordum. Hangi kıvrım, hangi vucut güzel kalabiliyordu? Deri eskiyor, şekiller deforme oluyor, buna rağmen içimizde yenilenen, şekillenen duyguların, öğretilerin gerçekliğine varıyordum her seferinde... Büyüyen, çoğalan, sadeleşen ve farkına varıldıkça güzelleşen...

Denize baktığım zaman, uçsuz bucaksızlığında öğreticiliğini hissediyordum. Uzaklara bakmak, insanın en yakınındaki detaylarda boğulmasını önlüyordu. Geceleri deniz korkutucu gelebilirdi bazılarına... Ama ben denizin kendi karanlıklarıyla barıştığını düşünüyordum geceleri... Herkesin sırları vardır, onun neden olmasın ki?

Hiç karnım doymamış, şimdiye kadar hiç tad almamışım gibi güzel sofralara oturuyorduk... Şeftali başka suluydu, balık başka bir leziz, suyun tadı daha serin, karpuz sanki daha kırmızıydı burada. Yediğimiz yemekler, keyifli sohbetlerle birleşince sağlıklı oluşumuza, hayata, karnımızın tokluğuna tekrar tekrar şükrederken buluyordum kendimi...

Saat gece yarısını geçtiğinde geceyi biraz daha fazla yaşamak için uykuyu öteliyor, sonra bir sonraki günün varlığını hatırlayıp beyaz yataklarımızın içinde, uykunun beyazlığına bırakıyorduk bedenlerimizi... Günlerden hangi güne uyandığımızı, saatin kaç olduğunu bilmeden yeni güne başlarken, her gün biraz daha bronzlaşmış tenlerimize rağmen, her sabah uykunun beyazlığı bulanıyor, şeffaflaşıyordu ruhlarımız sanki...

O gün yine böyle duygularla uyanmıştım. Ama unutmuştum doğum günü çocuğu olduğumu... Sabahın ilk öpücükleri yanaklarıma konarken, yüreğimden bolca gülümsüyordum. Telefonda yanımda olanların sesini duymakla mutluluğum artıyor, kutlama mesajlarına bakarken kalpten teşekkür ediyordum yüreğime dokunanlara... Büyümüştüm. Bugün ne rüzgar benim için esiyor, ne de deniz benim şerefime dalgalanıyordu. Eskiden sahibi olduğumu sandığım gün şimdi herkesin olabilirdi.

Kahvaltı masasında her zaman oturduğum sandalyede yerimi almıştım. Bahçedeki taş sedirin hemen arkasındaki tepede kök salmış palamut ağacına dalmıştı gözlerim... Bahçenin en güzel yerinde, denize ve tüm manzaraya hakim bu ağaçtan gözümü alamıyordum her sabah olduğu gibi... Kahvaltı başladığında uykunun mahmurluğundan gözlerimin daldığını sanıp, ister istemez doğum günü çocuğunun ne düşündüğünü sormuş oldular...

Düşünüyordum. Bu ağaç sonbaharda nasıl görünüyordu acaba? Bizler büyük şehirlerde –kışın şartlarına uyum sağlarken, o bu sırada manzarada ne görüyordu? Kışın tenhalığında yalnızmıydı? Göz gözü görmeyen Bodrum yağmurlarında seviniyormuydu toprağının kana kana suya doymasına ? Peki ben niye bu ağaca dalıp düşüncelere dalıyordum her sabah?

Sadece ağzımdan “Ben burada yaşarım” diye bir cümle çıkmıştı sorulan sorunun bir kaç dakika sonrasında... Gülümsemişti masada yanımda oturan sevdiklerim.... Belki burada yaşama isteğim ciddiye alınmamıştı, belki doğum günü çocuğu olduğum için her söylediğime gülümseyeceklerdi, bilemiyordum...

Hayatıma kışlar geliyor, güneş açıyor, manzara devamlı değişiyor, bazen tenha, bazen kalabalıklaşıyordu ortalık fazlasıyla... Tüm bu değişimlere rağmen, artık biliyordum; sayılar büyüyordu sadece, içimde başka bir matematik çalışıyordu büyümek adına...

Ben zaten gördüğüm ve hissettiğim yerde, “burada” yaşıyordum. Sayılarla yolun yarısındaydım ama yolun kalanında yaşayacağım şeyleri düşünmeden, yeni şeyler dilemeden öylece duruldum. Sanki büyümek adına işleyen çark bir milim daha hareket etti o an içimde... Hafiflemiştim. Palamut ağacı bana bakıyordu şimdi.... Gözlerimi kaçırmadan ona gülümsedim.


.

.

.


Brajeshwari /13.09.2010 / Bodrum-Gümüşlük

.

.
.



.

... Kendime doğum günü hediye şarkısı ..Dans etmek serbest...



06 Ağustos 2010

Yol YoGa...


Kadının gerçek meditasyon alanıdır mutfak... Yemeğin içine katılan sevgi, bir arada tutar aile bireylerini.... Ondandır belki de anne yemeğinin tadının unutulmayışı...

Günlerdir yemek yapıyorum. Mutfağa alışma turları denebilir belki, belki de meditasyon hali... O gün düşünceliysem mutfağa giriyorum hemen... Bir sütü mayalarken düşüncenin enerjisi de mayalanıyor aslında... O yüzden yemek yaparken kuruntularımı, endişeyi, korkuyu bırakıyorum. Ne düşünüyorsam, öyle bir enerjiyle oluşuyor yemek ve o yemeği ne kadar meditatif yaparsam, o kadar lezzetli oluyor her defasında... Bana göre evi ev yapan yemektir. Mutfaktan gelen koku, beraber aynı lezzeti almak, doymak, paylaşmak bunların hepsi bütünleşir yemeğin enerjisiyle.... İltifatlarım karşında “aman ne var bunu yapmakta” diyen, ama yemeğe tarifi dışında kendinden güzellikler katan kadınlara hayranım... ( ilahi tatlar, beste bonnard ) (Erkeklere daha da hayranım.... babiş'e yemekler)

Mutfaktaki yemek çalışmalarım bir hafta kadar sürdü. Yeni mutfağın tüm kısa yolları öğrenildi, yoğurt mayalandı, mürdüm erikleri temizlenip derin dondurucuya konuldu, peynir marine edildi, zeytinyağlılara biraz şeker katıldı, tatlı denemeleri gerçekleşti. Bu meditasyonun ardından, akıl temizlendi, yaşamın akışına mudahale edilmedi ve ev yemeğin varlığıyla eve benzedi. Ve bitti mutfak meditasyonu... İkinci aşamaya geldiğimde “Şimdi ne yapayım” diye sordum kendime... Soruma cevap verdim sonra “Artık sokağa çıkmalıyım. Keşfetmekten korkmadan, yeni yolculuğa başlamalı... “

Sıra daha da önemli soruya geldi. “Peki ama nereden başlamalı?”. Düşündüm bir iki gün, itiraf ediyorum, korktum belki de adım atmaktan... Sonra cevap bir telefon ile geldi, sıcacık bir sesti içimi okuyan, sorumu cevaplayan....
....

Bir gün sonra eşyalarımı topluyorum. Bir tayt –bir tshirt. Şanslı yoga matım bugun kalabilir evde... Yola çıkıyorum.
.
Yol uzun geliyor önce... Ama yoldan geri dönüşümü düşündükçe, yol kısalıyor. Hiç söylenmiyorum sıcağa, değiştirdiğim vesaite, yola, kalabalığa.... İçimdeki heyecan hepsini süpürüp götürüyor. Sevgilime kavuşacağım sanki... Araba duraklasa, inip koşabilirim.
.
Sonunda varıyorum İstanbulda ilk yogamı yapacağım studyoya.... Yoganın sindiği her studyo aynı aslında... İçeri davet ediyor, çekiyor beni... Aynı aydınlık yüzler, gülümsemeler ve paylaştığımızın evrenselliğini hissediyorum... Aramızdaki uzaklıklara rağmen, farklı mekanlarda, farklı saatlerde yaptığımız yogada buluşuyoruz aslında biz... O yüzden tanışıklığımız, o yüzden karşılamadaki samimiyet... O yüzden sormayışımız, nerden geldin, kimsin? diye...
.
Mata bastığım an, çocuklar gibi mutluyum. Matın üstünde herşey, hayat, özlediğim, varmak istediğim...
.
Selamla başlıyor ders... Selam veriyorum bende, yaşama, yogaya ve gözlerimin ardında, yüreğimden açılanlara.... Hoşgeldin diyor, hoşgeldin yine... Gözlerimi açmak istemiyorum, nefesime sarılıp derinleşiyorum, fakat nasıl ilerliyor ders diye bakmam gerekiyor bir yandan... Sonra iç sesim sesleniyor, “bırak bana kendini”... Bırakıyorum bende...
.
Nasıl özlemişim yogayı... Esnerken nefesimi duyuyorum. Şükürler olsun. Duruşta kaslarımın açılışını, kolumun uzanışını izliyorum. Ben yapmıyorum, kendiliğinden oluyor ben izliyorum adeta... Nazmi Hoca, kolumdan tutup sırtımı esnettiğinde, teşekkür ediyor tüm bedenim ve esniyor esneyebildiğince... Ayaklarıma bakıyorum. Daha sağlam yere basmaya başlıyorlar, işte şimdi aynı bir ağaç gibi hissediyorum yeryüzünü... Köklerimden tüm bedenime güven duygusu yayılıyor. Güveniyorum yeryüzüne, ayakta sağlam duran bedenime, uyum sağlayan nefesime, başımın üstündeki gök kubbeye, ama en çok içimde bana seslenene... Kollarımı uzatırken gökyüzüne, orada benim için duran enerjiyi çekiyorum ellerimle... Gözlerim kapalı, içime bakıyorum. Korku yok, endişe yok, herşey olması gerektiği gibi yerli yerinde... Nefes alıyorum güçleniyorum, nefes verirken bedeni esneterek, uzuyorum tüm sınırların ötesine... İşte şimdi en çok istediğim yerdeyim, kendimleyim, kendimin ötesinde nedenimleyim... Ders boyunca kaç kez teşekkür ediyorum bilmiyorum. Kaç kez tebessüm ettim say(a)mıyorum.
.
Yıllarca yogayı paylaştığım arkadaşlarım yan matımda değillerdi bu derste- ama komşu matlarda yeni Güzel arkadaşlarım vardı, sesini bile özlediğim çok sevdiğim hocalarım değildi bu dersi veren ama çok seveceğimi bildiğim bilge bir hocaydı bugün beni yogaya gönülden buyur eden, birbirinden güzel –melek öğrencilerimde yoktu karşımda... Bunlar aklımdan gelip geçerken, özlemin içinde buldum kendimi... Durdu içim bir an. Tüm arkadaşlarımı, hocalarımı, öğrencilerimi, geride bıraktıklarımı da kattığımı hissettim bu paylaşıma... Onlarla tekrar buluştum her nefes alışımda.... Ayrı kalmak yoktu – hiç ayrı düşmedik, yeni tanışır olmakta yoktu, eskiden biliyorduk birbirimizi aslında... kucakladım hepsini, sevdim tek tek, bütünledim kendimi, kendimden ayrı düşürdüklerim ve hayata yeni kattığımı sandığımla...
.
Dersin sonuna geldiğimizde, tüm yaşam yükü uçup gitmiş üzerimden... Tüm dertler yanılsamada kalmış. Ve tek gerçek var. Kalbimle hissediyordum. Dinlenme pozuna yattığımızda, uçuşuyor içim. Sevgiyle sarmalanıyorum. Korunuyorum. Güvendeyim. Özgürüm. O'na Aitim. Hatırlıyorumm.. Kalbimle gülümsüyorum.
.
Ders bitince “ nasıl geçti diye soruyor” arkadaşlarım... Hangi yoga seansı kötü geçer ki... Bildiğim gibiydi, her seferinde olduğu gibi, güzeldi kelimesi yetersiz kalıyor içimde hissettiğim güzelliğin tarifine... Sadece gülümsüyorum.
.
Geri dönüş yolunda dolmuştan dışarıya bakıyorum....
Kalabalık insanları, ışıklı tabelaları, köprüyü, sesleri, sessizliği, karanlığı geçiyoruz.
.
Bedenen nerede olduğum önemsizleşiyor artık,
İstanbulda yada Ankaradayım farketmiyor..
Bir Mucizenin içindeyim, hatırlıyorum...
bu yetiyor...

.
Brajeshwari.dd /3.08.2010
.

02 Ağustos 2010

YoĞurt


Markete gitmek için, kot eteğimi giyip, ayağıma terlik arıyorum kutularla dolu odadan... Hiç giymediğim bir parmak arası terliği bulduğum gibi kalabalığın arasından çıkarıyorum. Demek buraya kısmetmiş bunu giymek... Anahtarımı ve cüzdanımı alıp evden çıkıyorum. Evin köşesindeki parkın içinden hiç geçmedim, belki de ilk kez geçiyorum bundan sonra geçeceklerimden önce... Algım hep açık, herşeyin yeni ve ilk oluşundan belki de... Markete girip, biraz meyve, biraz kahvaltılık ve günlük süt alıp, yüzüme bile bakmayan kasiyerin bandından geçiriyorum aldıklarımı... Çok yakın bir zaman sonra bu marketteki çalışanlarla tanışır olacağımı biliyor da olsam, hiç ele vermiyorum bu bilgiyi onlara... İlk adımı da atmıyorum henüz daha...

Eve varmam 5 dakika sürüyor. Buzdolabını açıp, aldıklarımı yerleştiriyorum raflara... Evimdeyim. Yeni evimde... Etraftaki yeni taşınmışlığımızın izlerini bir kenara bırakırsak fena görünmüyor ev... Sütleri alıp, bir tencerenin içine boşaltıyorum. Islak olmayan tahta bir kaşık buluyorum kaşıklıktan... Tenceredeki sütün dörtte birinin ne kadar ettiğini hesaplıyorum kaşığı diklemesine daldırıp sütün içine... İşaretliyorum o çizgiyi gözlerimle... Ağır ağır pişiriyorum sütü... Sabrederek karıştırıyorum. Sabretmeyi daha çok öğrendim nasıl olsa burada...

Süt dolu bir tencerenin içine dalarak, döndürüyorum düşüncelerimi... Aslında düşünce de yok. Neredeyim, nasıl geldim, bundan önce neredeydim hepsi uçmuş gitmiş gibi... Hiç bir yere ait olmama hissi böyle birşey sanırım. Hiç birşeye sahip olmamakta... Hangi kıyafetlerim vazgeçilmezdi, hangi kitaplarım olmazsa olmazlarımdı, o çok severek aldığım abajur gelirken yolda kırılmış mı? hiçbir önemi kalmamış artık... Her kırılan eşyaya, eskimişti, gitmesi gerekiyormuş diyerek yolculadık nasıl olsa... Kutularca kitap, hala montajını bekleyen dolabı bekliyor. Kıyafetler seyahat yorgunu hala bavullarda... Dolapçılar montaja geldiginde, tüm eşyalar yeni yerlerinde hatırlanacaklar tekrar... ve ne komik ki, yerinden tüm eşyayı çıkarsanız, yine aynı şekilde dolduramıyorsunuz aynı çekmeceleri... Neden acaba?

Süt direnmiyor, usul usul ısınmaya başlıyor ve hala bembeyaz... Bu beyazlık düşüncelerimi izlememi sağlıyor. Taşınma sırasında attığım fazla gelen bardağı, köşesi kırılmış çanağı, kıyafetleri düşünüyorum. Onların ömürlerinin bizden fazla oluşunu... Şimdi başka evlerde değerleniyorlar yeniden, yeniymişcesine....

Ben sütü karıştırırken, İskender dolaşıyor evin içinde... Patileri tahta zemine vurdukça gülümsüyorum. Bu eve taşındığımızdan beri daha hareketlendi. Eşyaların yerlerini, saklanabileceği yeni dar alanları keşfediyor ve hiç akvaryumuna girmek istemiyor. Kaplumbağalar sanırım terlemiyor...

Ölçü almak için süte diklemesine daldırıyorum tahta kaşığı... Henüz sütün dörtte biri uçmamış. Devam ediyorum karıştırmaya... Eksilmekten, değişmekten korkuyor ya insan, bunları sütü karıştırırken düşünüyorum... Süt daha da eksilecek biraz sonra ve dönüşecek yoğurda....

Süt kaynamaya başlıyor. 5 dakika kaynaması gerekiyor. Ölçü aldığım tahta kaşık sütün dörte biri olan suyun buharlaştığını gösteriyor. Herşeyin bir kaynama noktası, olma hali var işte... Süt ile su birbirinden ayrışmıyor, süt su ile tam kaynaşıyor böylece belki de...

5 dakika dolduğunda, ocağın altını söndürüp, yeni ev şerefine aldığım yoğurt kabına döküyorum sütü... Biraz ılıklaşması için beklemem gerekiyor. Mutfaktaki düzeni sağladıktan sonra, sütün ılınmış olduğunu farkedip, bir kaşık yoğurt katıyorum içine, maya niyetine... Herşeyin bir sırrı olduğu gibi, bir damla limon damlatıyorum mayalanmış yoğurdun içine... Yoğurdu koyu yapsın diye... Sonra sarıp, sarmalıyorum, 4 saat sonra buzdolabına gitmeden önce....

Orman manzaralı balkonuma oturuyorum. Ağaçlar bana hep iyi geliyor. İçime kattığım tüm duygular, anılar, geleceğin suprizleri buluşuyor bu manzarada... Yeni evimde yaptığım ilk yoğurtta mayalanıyor bu arada... Yeni evin ilk yoğurdu bile olsa, ondan sonrakiler içinde maya tutuyor. Bu süreklilik mutlu ediyor beni...

Düşüncelerimiz, anılarımız, yaşamın kendisi ve sürekliliği gibi mayalanıyoruz tekrar tekrar.... Katıp kendimizi, değişerek, dönüşerek... Maya, yaradılış demek değil mi zaten... Her seferinde yeniden yaratıyoruz... Ve Hinduizmde aldanış başka bir anlamı da... Aldanıyoruz bir yandan da... Yoğurdun içinde süt hep var aslında...
.
.
.

Brajeswari / 26.7.2010
.
Yoğurt mutlu mayalansın diyerek dinledim...

Dave Barnes / Little Lies / şarkıyı indirmek için tık!
.
Küçük not: Yazının yoğurt ile ilgili önemli kısımlarını bold yaptım.


05 Temmuz 2010

YaĞMuR / Yola hazırlıkta yaşananlar 04


Uykularım düzensiz... Yaklaşık bir aydır yaşanmayan bir evde, toparlanmaya çalışıyorum. Sürece göre hızlı toparlanıyorum hatta... Bir an önce bu düzensizlikten çıkmak tek dileğim... Evde kutular tam bir koridor boyu duruyor. Attıklarımı söylemiyorum bile... Dokunduğum herşeyi elime alıyorum, yerleştirirken soruyorum. Neler buluyorum bir bilseniz... Hiç o dolaplara girmeyecek şeyler var, kaybettiğimi sandığım bazı şeylerle karşılaşıyorum bazen... ve ben bunları yaparken, içimde hayatımda da nerelere dokunuyorum kimbilir...

Yaşama alanlarımız kendi auralarımızın içinde... Yatak başı, diğer odadaki kütüphane ile sırt sırta dayanmaması gerekliydi. Böylece uyku daha derin olur diye öğrenmiştim. Ama yatağı başka şekilde konumlandıramamıştık. Tüm uykularımda uçtuğumu gördüm sıklıkla... Kütüphanemde yogayla, metafizikle ilgili kitaplar vardı diye belki de... Mutfağım hep yaşanır ve düzenliydi. Orası yemeğin yapıldığı yer... Bereketin, aile birliğinin bir tutulduğu özel bir alan... Ne garip, herşeyi topluyorum şimdi... İçimdeki anlamlarını kaybediyor dağınık oda, mutfak ve ben garip bir şekilde yaşayamıyorum evin içinde...

Yemek yemem lazım... Ama saat çok erken... Biraz daha dayanayım, dışarı çıkar yerim diyip, atıştırmak için minik birşeyler bulmaya mutfağa gidiyorum. Mutfakta ilgimi bir torba dolusu açılmamış haribo paketi çekiyor. Güya kendimi ödüllendiriyorum. Aç karnına haribo yemeyin sakın, şeker komasıydı yaşadığım sanki, ter basıyor beni, koltukta uyuya kalıyorum. Kalktığımda yemek için geç kaldığımı fark edince, kızıyorum kendime... Haribonun etkilerini azaltmak için duşa giriyorum. Çıktığımda deli gibi yağmur yağıyor. Saçlarım ıslak ( yağmurda ıslanmış gibi görünür düşüncesiyle) öyle kurutmadan sokağa atıyorum kendimi... Yağmur o kadar güzel yağıyor ki... Yürümeye karar veriyorum. Sitenin içersinde ağaçların arasında yürüyüş yollarında kaybediyorum kendimi... Doğa nasılda sakinleştiriyor beni... İçimdeki düzensizliğin hepsi yok oluyor. O an yağmurun altında, evde, kutuların arasında olmaktan daha huzurlu olduğumu hissediyorum. Hem sitenin bahçesine de veda etmiş olurum diyorum. Yol boyunca kimse karşıma çıkmıyor. Evlerin içine takılıyor gözlerim... Bibloları yerli yerinde, köşe ışıkları evdeki huzuru hissettiriyor. Büyük ihtimalle yemekte yemişlerdir diye, kıskanıyorum onların yemek rituelini... Evimde huzurlu düzenimi özlediğimi hissediyorum. Herşeyin çok güzel olacağını bilsemde, söylenmek için susturulmadan söyleniyorum işte... Bu çünkü yaşadığım... kendime konuşuyorum.

Sitenin köşesindeki Starbuckstan kahve almaya karar veriyorum. Tabi genç nufusun hepsi kolsuz tshirtler, açık ayakkabılarla oturmuş, dışarıdaki yağmuru izliyor. Ben puantiyeli plastik çizmelerim, yağmurluğum ve kedi kulaklı şemsiyem ile içeri girdiğim gibi uzaylı bakışlara maruz kalıyorum. İçimden “ne bakıyorsunuz, dışarıda yağmur yağıyor” demek geliyor. Kahvemi alıp, yabancı bakışlardan uzakta olmak istiyorum. Ben yaz mevsimini hissetmiyorum, eskisi gibi o mekanın sahibi gibi de hissedemiyorum kendimi artık...

Kahvemi aldığım gibi, evin yakınlarında, ağaçların arasındaki bir çardağa doğru yürüyorum. Bank ıslak, ben ıslak, şemsiyeyi omzuma dayıyorum. Oturup gözlerimi kapatarak dinliyorum. 2 haftadır koşturmacadan yoga yapamadım, bu an kaçmaz diyip gözlerimi kapatıyorum. Yağmurun sesiyle meditasyon kendi kendine başlıyor. Onun için dışardayım sanki... Doğayla eşleştirmek için bozulan enerjimi... ipodumdan yağmura uygun bir muzik seçiyorum. Yağmur sesini duyduğum anlar geliyor aklıma... Yoga merkezinde bir kutlama var ve dans ediyoruz bu şarkıyla, dışarıda yağmur yağıyor... Başka bir an geliyor sonra aklıma, tam derste dinlenmeye geçtiğimizde müziği kapatıp, pencereleri açıyorum, çünkü dışarıda yağmur yağıyor... Arabayla işten dönüyorum, yağmur yağarken sesli sesli bu şarkıyı söylüyorum.... Evdeyim, özene bezene yemek hazırlayacağım, bu şarkının olduğu cd’i takıyorum... Hatırlıyorum. Gözlerimden yaşlar süzülüyor. Hocamın dediği gibi ‘Duygumu yaşıyorum’, baskılamıyorum kendimi... Sonra üzerimde derin bir gevşeme hissediyorum yağmurla beraber... Gülümsüyorum... İşte o an gökyüzünde çakan bir şimşek, kapalı göz kapaklarımın arkasından ışık olarak ürpertiyor beni... Bana mı işaret bu ışık, dediğim oluyor. Neye duygulanırsam duygulanayım biliyorum herşeyin iyi olacağını... Doğru mesaj içimden geliyor.

Diyor ki okuduğum metinde, önünüze çıkan herşey sizsiniz. Sizin başka yüzleriniz... Onları affettiniz mi, barıştınız mı... Bunu görmek için gelirler tekrar karşınıza... Bitirdiniz mi öfkenizi, sevgiyle kabul ettiniz mi o yüzlerinizi... Ne garip, önüme çıkmış olanları özleyeceğimi düşündüğüm için duygusallaşıyorum ben... ve aslında neyi kucaklayacağımı bilmediğimden belki de boşaltıyorum dolaplarımı, yırtıyorum günlüklerimi, böyle hazırlıyorum kendimi... Boşlukta ferah ferah buluşalım diye... ve tüm yaşadığım duygusallığın bir yanılsama olduğunu da o kadar iyi biliyorum ki... Bunu yaşamazsam, izin vermezsem temizlenmeyeceğimi de biliyorum... İzin veriyorum, boşalttığım dolaplar gibi, içimde de temizlenmek istiyorum...

Bir saat yağmurun altında zaman geçiriyorum. Sessiz, sakin ama huzurlu... Hazır hissettiğimde evin yolunu tutuyorum.

Kapıyı açıp, içeri girdiğimde artık kendimi daha iyi hissediyorum.
Yağmur hala yağıyor...

.

.

Brajeshwari /05.07.2010
.
Yağmurla beraber bu şarkıyı dinledim. Tık !
Krishna Das / Baba Hanuman

03 Temmuz 2010

Azalarak, çoğalmak.../ yola hazırlık yazısı 03



Okulda ödevimiz bir sketchbook hazırlamaktı. O zamanlar ağaçları çizmeyi ve yazılar yazmayı seviyordum yine... Her gün bir ağacın çevresinde olan şeyleri çizip, yazılar yazıyordum sayfanın bir köşesine... Ağacın yaprakları bazen yeşil, bazen sarıydı, bazen tek renk tükenmez kalemle çizilmişti. Elimde renkli renkli kalemlerim, başka başka derslerde, serviste, yatmadan önce devamlı sketchbook ile uğraşıyordum. Son gün geldiğinde, okulun kantininde oturmuş son sayfayı bitirirken, elim defterin yanında duran kahveye vurdu ve tüm sketchbook kahve içinde kaldı. Kurtaramadım onu ıslanmaktan... Defteri aldığım gibi tuvaletteki el kurutucunun altında kurutmaya çalıştım, bir yandan da telaşla selpaklarla kahvesini sildim... Dalgalı bir sketchbook oldu benimkisi, öyle de teslim etmek zorunda kaldım. Teslimden sonraki hafta, hocamız tek tek ödevlerimizi eline alıyor, sayfaları gösteriyor, görüşünü bildiriyor fakat bir türlü sıra benimkine gelmiyordu. Ben huzursuzlanıyor, utanıyor, sıram gelince söylenebileceklerden endişe ediyordum. En sona kalan defterimi, kıvrılmış haliyle tanıyabildiğimden, korkum git gide daha da artıyordu. Hocamız “Ve en sona kalan ödeve geldik” dediğinde kendimi yerin dibine girmek için hazırlamıştım. Hocamız “İşte bu” dediğinde, dalga geçiyor sandım. “İşte bu yaşayan bir sketchbook...” gözlerim kocaman olmuştu. “Boyaları akmış, okunur okunmaz yazılarda yaşanmışlık hissediliyor, kahve nedeniyle zeminin bazı kısımlarında doku oluşmuş ve sayfalar çok güzel güzel kokuyor, başka bir boyutta da duyu organlarına da hitap ediyor böylece, koklayabiliyorsunuz”... Şoktaydım ! Günlerce lanet ettiğim o dökülen kahve, bir mucize olmuştu şimdi gözümde...
...

Taşınmanın en önemli detayıymış kutular... Kutuların arasından yazıyorum bu yazıyı...

Siyah çöp poşetlerim, kutulardan daha hızlı doluyor. Atıyorum bir yandan.... Bu hızla giderse, bir sırt çantasıyla tatile çıkabilecek biri olabilirim (!) Bir düzine günlük, bir torbanın içinde... Bakışıyoruz yılların hikayeleriyle.... Atmaya karar veriyorum hepsini... Sayfaları okumaya başladıkça, bu kararımın çok yerinde olduğunu hissediyorum. Niye saklar insan günlüklerini ? Bilmiyorum. Şimdiki ben bunu bilmiyor. Şimdiki ben geride, kendinden böyle şeyler bırakmak istemiyor. Durdukça bana yük bunlar... Kelimelerin enerjileri güçlüdür. Hikayeler zaten yaşar, yazarak saklamak niye... Yırtmaya başlıyorum sayfaları... Sayfadaki o zamanki sevgilimin ismi ortadan ikiye bölünüyor... ”Kızgınım....” diye yazdığım başka bir sayfadaki cümlenin kalan kısmı yırtılınca, sahip olduğu kızgınlıktan kurtuluyor böylece, “Bugün....” diye yazdığım başka bir cümle, dün olmuş çoktan... Yırtıyorum. İyi –kötü demeden... Yırttıkça, bugüne yaklaşıyorum sanki... Hepsi 4 battal boy çöp torbasının içinde parça parça... Hafifliyorum. O sırada masada bu özel ritüel için doldurduğum bir kadeh şarap evdeki dağınıklıktan kolumun çarpmasıyla dökülüyor, tam da çöp torbasının üstüne, parçalanmış kağıtların üstüne... Gülümsüyorum.... Şimdi daha anlamlı oluyor yaşanmış sayfalar...

Mektuplara geçiyorum. Ne kadar çoklar. Soru yine aynı, niye sakladım bunları? Hatırlamıyorum bile bazılarının yazarlarını... En yakın arkadaşımın yazdığından, hayatını kaybeden eski sevgilimin yazdıklarını ayırt etmeden yırtıyorum. Hırçın değilim yırtarken, aksine yırttıkça sahip çıkıyorum bende kalanlara... Yırttıkça hepsini özgür bırakıyorum kelimelerin... ve bir kadeh şarapta onların üstüne döküyorum. Tüm yaşananların, paylaşılanların şerefine.... Uçak biletleri, kartpostallar, otel broşürleri, saklanmış şampanya mantarları da keyifleniyor sanki şarabın tadıyla... Kırmızı kırmızı lekeli şimdi çoğu, hepsi hala canlı ve en önemlisi gerçekten onların hepsi yaşandı.

Bu gecelik toplama, kutulama işim bitince koltuğa oturuyorum. Elimde boşalmış bir şişe şaraptan, benim hakkıma düşen bir kadeh şarap... Nelerle vedalaşırım salonda diye etrafıma bakıyorum... Gitmesi gerekenler konuşuyor adeta... Tamam diyorum, yarın sizinle de vedalaşırız. Görevleriniz bittiyse, sizi tutmanın veya size tutunmanın bir gereği yok...

Bugünü saklayıp dünü biriktirerek değil, bugünü yaşayarak tüketmeli şimdi... Bir hafta boyunca atma, kutulama işim devam edecek. Boşluklar yaratıp, nefes alacağım derin derin... Bende kalanların varlığını bilerek havalandıracağım anıları ve yaşamı... Hepsi zaten benimleyken, saklı kutularından özgürlüklerine yolculayacağım... Daha çok seveceğim şimdi sahip olduklarımı...

Bende kalan tüm an(ı)lara,
bugün vedalaştığım herşeye,
yeni gelecek olanlara
azalarak çoğalmaya
kaldırıyorum elimdeki bardağı...
.
.
Brajeshwari / 03.06.2010

____________________
Bu şarkı şaraba eşlik eder.
.
"naci en al amo(r)
naci en al amo(r),
no tengo lugar
no tengo paisaje
no tengo patria..."
.
Aşktan doğdum / Aşka doğdum
Hiçlikten geliyorum
Ne bir yerim var
Ne de vatanım

.

.
“Naci en Alamo” Yasmin Levy yorumuyla / indirmek için tık!

24 Haziran 2010

Aramak ve Bulmak üzerine.../ yolda olma yazısı 02


İskender ile İstanbul’a geldik...
Yolculuğumuzun bir sonu olmadığını bilerek...


Ev aramak ile başladım işe... Hala aynı eylemin içindeyim.

İlk gün sokaklar arasında dolaştım. Kafamda kocaman bir şapka, güneş gözlüklerim... Nitekim güneş alerjim var, her ne kadar bu şekilde Malezyalı dadı gibi görünsemde, güneş yüzümü yakmasa da omzumda güneşten olmuş bir askı izi ve kırmızı yanıklarla eve geldim. Denemeydi bu, olmadı. Evlerin hiç biri benim evim olmak için çağrıda bulunmadı. Yarın var diyerek uyudum o gün...

İkinci gün yağmur yağdı. Bize mi şaka yapıyorsun İstanbul dedim, yılmadım. Fakat oyun bu ya, gittiğimiz lokasyondaki tüm evler ya kiralanmış yada emlakçılar bugün değil, yarin gelin dediler. Peki dedim ama gitmedim aynı yere bir gün sonra...

Üçüncü gün, dar sokakların arasında şehrin içinde başka bir lokasyondaydı ev aramalarım.... İstediğim evleri yine göremedim. Çünkü İstanbulda hiç bir zaman sadece bir alternatif yoktu, ev sahipleri iki emlakçıyla çalışınca biri evi kiralayıp, diğeri bundan sonradan haberdar olmuştu. Ben evin kiralandığını sonradan öğrenenleri aramışım hep.... Bunun üzerine kendimi aldığım gibi, yokuş aşağı arnavut kaldırımdan ilerleyerek bir cafeye attım. Durdum. Dur dedim kendime.... ve defterimi kalemimi çıkardım konuşmak için kendimle....

“Bir yerde yanlış var... Arayışta, arama da, arayan da... Bu yerde karmaşa var... Yolda, insanlarda, hayatın düzeninde... 'İşte bu' diyeceğim ev, duruyor ve bekliyor bizi, ama şu anda bulamıyorum.

İç sesimi mi dinlemeliyim? Ayaklarımın beni götürdüğü yere mi gitmeliyim? Yoksa sabırsızmıyım? Nerdesin? Ne zamansın? Bilmiyorum.

Yılmadım, yanlış olmasın.
Yoruldum sadece... Şimdi biraz mola...
Eşleştirmek için aradığımı, arayanı beni bekleyeni bana !!....”

Sonra bir çay daha istedim garsondan... Daha sakinleşmiştim.
Defterimde yeni bir sayfa daha açtım kendime...
Şimdi dedim sorularını bırak ve sana ne yazdırdığını oku...

“Dün yağmur yağdı. Bügün de yağmur yağıyor. İyi bir oyun ! İyi bir kurgu !

İçimde 'dur oraya gitme, orada değil' sinyalini hissediyorum... Ne zaman yağmur yağıyor. Böyle doluyor içim. Oyunun içinde buluyorum kendimi... Aynı çocuklarla oynadığımız sıcak ve soğuk oyunu gibi... Yağ yağmur, izin veriyorum.

Öğrendin mi? Uyguluyor musun? Büyümek mi istiyorsun? Özgürleşmek mi? Tamam işte oyunun içindesin. Oyna...!

Seni en şehvetli kadının kollarına attım. Bazen çirkin görünebilir sana, kurnazdır, bir yandan gülümserken en iyi oyunu da o oynar. Sonra bir an gelir, yorgunluktan düşürürsen süngülerini, yine o en şefkatli davranacaktır sana... Rüzgarıyla sakinleştirir bir anda seni, böyle bir kahve molası esnasında... unutursun neye kızdığını, ne için yorulduğunu, aradığını buldun mu –bulamadın mı-....

Sersemlemiş olabilirsin, Çok yoruldun ve şımarık bir kız çocuğu gibisin şu anda... Onu da biliyorum... Ama yılmayacağını da, düşsende kalkacağını da biliyorum... Devam et çocuk ! Gülümsüyorum ben sana...”


Bugun yeni bir gün... yeni bir oyun...
İskender geçici evinde çok mutlu olsa da merak ediyor bundan sonra olacakları...
ama izliyor ve sadece olanı bekliyor, olmasını....

Annesi biraz sonra yola çıkacak yine...
Yaşayacakları evi bulmaya gidecek.
AramaMayı öğrenecek bugün,
bulmayı öğrenecek...
İzleyerek olanı...

.
Brajeshwari/ 24.06.2010
.
Fotograftaki yakışıklı İskender'dir..




şarkıyı indirmek için toi mon amour, mon ami

16 Haziran 2010

DEĞİŞİM / yola başlama yazısı 01


Hayatınızda ne değişirse allak pullak olur? ya da ne değişirse zorlanırsınız?

Hiç düşünmeyin! İnsanın kendi çemberi sınırlarında dolaşması zordur. Kadere, hayata, gelen değişimin hayrına inanmak daha kolay gelir hepimize... En doğrusu da zaten budur...

Biraz değişiklik isteyebilir insan, bazen sıkılır rutinden... Ama aslında rutinlerdir insana güven veren çoğu zaman... Hayatta boşluklarımız olabilir, yeni olan gelir o boşluğu doldurur, o yenidir, yenilik hep istenir...

4 aydır değişime ne kadar ayak uydurabildiğimi soruyorum kendime... Aslında ayak uydurduğumu sanıyorum. Fakat bazı şartlarım var. Olmazsa olmazlarım... Onlar benimle olsun, değişime ayak uydururum ben... Fakat hayat bu ya, hadi diyor, bu olmazsa olmazlarına çok bağımlısın sen bırak onları, sıfırdan başla, büyü biraz daha....

Zaman zaten bunu söylemiyor mu? Değişenler, dönüşenler, dirençlerini bırakanlar, direnmeyenler, bırakarak, sadece olanı izleyerek, müdahale etmeden akışa ayak uyduranların süreçleri başlamıyor mu artık? Zamanın enerjileriyle bırakmaya teşvik ediliyoruz hepimiz, azalarak çoğalıyoruz....

Derslerimi bitirdim geçen hafta... Öğrenciler hiç bitmesin istiyor dersler, ama bitiyor işte... Hocalar değişiyor, mola veriyor bazen, bazen de yeni hocalar geliyor. “ Yaz tatiline çıkmıyorum, taşınıyorum !” diye anlatmam gerekiyor hepsine... Daha taşınmanın, taşımanın, kaldırıp, yeni yerine koymanın ve yeniden başlamanın nasıl bir süreç olacağını bende bilmiyorum.

Düşündükçe içiniz daralıyor önce... Nasıl gideceğim diyorsunuz. Nasıl bırakacağım çocukluğumun geçtiği bu şehri, arkadaşlarımı, evim dediğim dört duvarı, ezberlediğim yolumu, annemi-babamı... Sonra sakinleşiyorsunuz. Nasıl bir kök salmak bu ! görüyorsunuz...

Sonra hayal kurmaya başlıyorsunuz. Olasılıkları düşünüyorsunuz, içiniz hafifliyor... Bu sefer bir taraf hüzünken, bir taraf umuda kanat takıyor. Olur diyorsunuz, değişir herşey...

Dersleri bitirmem ile Ankarada kalma sürecim bitti. Şimdi yaşadığım ev ile henüz bilmediğim ama yeni bir hayat kuracağım evimin içinde yaşıyorum. Öğrencilerimle vedalaştım ama orada yeni başlayacağım yoga derslerimin ve yeni öğrencilerle tanışacak olmanın heyecanı var içimde... Burada ezberlediğim sokakları bırakıyorum geride ama, henüz keşfetmediğim yolları var, manzaraları var İstanbul’un... Dostlarımı bedenen geride bırakıyorum burada, dostluğumuz zaman ve uzaklıklarla sınırlı olmasa da,... ama sevgilime kavuşuyorum ve yeni dostluklara kucak açıyorum... Annemi, babamı burada bırakıyorum, ama ablama ve 9 aylık yiğenim Defne’ye kavuşuyorum...

Ne zor bazen, ne umut verici bir yandan... İçim kalabalık, bir an geliyor bomboş... Gözlerim doluyor, beş dakika sonra çoşkuyla dolabiliyorum...

Hayatta neye sahibiz ki? Evimize, eşyalarımıza, baktığımız manzaraya yada sevdiklerimize, bunların hepsi aslında bizde, bizimle...

Hayat değişiyor, bende hayatın değişiminde akışa kendimi bırakmayı seçiyorum. Seçmek, atmak, havalandırmak, taşımak, koymak, yerleştirmek, yeniden yenileyerek yeninin içinde yaşama katmak herşeyi ve kendimi... hazırım artık... Hazırlandım.

Haftasonu evimin “minik” kaplumbağası, İskender ile yola çıkıyoruz. Önce güneşli, aydınlık ve huzurlu bir ev bulacağız kendimize... Bizi bekleyen o evi bulacağız. Sonra geri dönüp toparlanıp, taşınacağız. İskender neyseki evini sırtında taşıyor, bir bavulu da yok. :)

Bu süreçte çok konuşacak içim... çok dillenecek, biliyorum... Duygulanacak, zorlanacak, umutlanacak, öğrenecek ve alışacak... Bunların hepsini burada bloğumda yazmak istiyorum. Bilmek için, hatırlamak için, okumak için kendimi - içimden geçenleri...

Sadece kısa bir süre için yazmaya bir mola veriyorum,
Artık hareket zamanı.....

Beni bekleyenleri öğrenmek için yeni bir yolculuğa çıkıyorum...
Aslında herşeyi kendimle götürerek gidiyorum.
Köklerimi başka topraklarla tanıştırmaya gidiyorum......
.
Hazırım...
.
.
.
Yolculukta dinlenecek şarkılar listesinden......



şarkıyı indirmek için tık !
.
.
.

08 Haziran 2010

Hatırla !



İnsanın kendine en uzak mesafesi yine kendisidir. En yakın mesafesi de elleriyle uzanabildiği, gözleriyle görebildiği ve kulaklarıyla duyduğuna yaklaşabildiği kadardır.

İnsan en çok bedeniyle ilgilidir veya bedensel varlığıyla... Bedenen sağlıklı olmak ister. Karaciğeri sağlam olsun, elleri tutsun, hastalanmasın... Güzelliğine düşkündür, bakar kendine... Bu güzellik onu sosyal ortamlarda da var kılar. Diğer insanlardan belirgin farklılıklar yaratır.

İnsan mutlu olmak ister. Şüphesiz, doğru, sürdürebilir mutluluklar ister hayatında... Ne ile tam mutlu olur insan, bilinmez. Bir mutluluk yetmez, diğerine koşabilir, o da yetmez mutluluğunu büyütmek için koşmaya devam eder. Elindeki mutluluklardır sermayesi, sermayesini yatırır karşılaşacağı risklere rağmen... Riski göze alır, acıyı çeker, mutluluğun acıdan geçtiğine inanır bazen...

Dışarıya bak... Bir sürü insan.. Bir sürü sen... Bir sürü ben...

Birbirimize benzeriz, ne kadar farklı kılmaya çalışsakta kendimizi aslında... Sosyal statülerimiz, saçımız, rengimiz, cebimizdeki farklı miktarlarda para, sağlıklı, genetik olarak daha güzel oluşumuz farklı kılmaz bizi birbirimizden, hayatla savaşsakta, daha farklı, daha yüksekte, daha mutlu olmak adına...

Sıradan olmaktan korkarız. Sıradanız oysa hepimiz, çabalama..

Unuturuz kendimizi... Üzerimize giydiğimiz giysilerimiz, etten giydiğimiz bedenimiz, egomuz, yaşamı sürdürebilirliğimizdir tek derdimiz...

Spor merkezinde anket yapılıyor. Göz atıyorum.
Bir soru gözüme çarpıyor.

"Aşağıdakileri sizin için önem sırasına göre sıralayınız."
Sağlığım / Vucudumla barışık olmak / Zayıflamak / Güçlenmek / Spor yaparken
sosyalleşmek / ....

Düşünüyorum. Hepimiz önem sırasına göre sıralıyoruz hayatı... Öyle dayatıldığı için belki de... Hepsi eşit önemli olsa, olmuyor. Güzellik denen kavram formatlanıyor, önümüze sunuluyor. Güç, herkesin sorunu.... Sosyalleşmek, yalnızlığa bir çare... Sağlık peki, gerçekte sadece hastalanmamak mı?

Giydirildik bedenlerimizi, yaşamayı öğrenmeye koyulduk. Varolmak için savaştık, ayakta kalmak için olmamız gerekeni olduk, sağlığımızın farkındaysak birşeyler yaptık, yapmaya uğraştık.

Unuttuk...Hangisi önceydi. Hangisi daha önemliydi.
Hepsi birbirine bağlıydı aslında..

Bedenimiz, sağlığımız, hayattaki varolma savaşlarımız elbette önemlidir. Ama hep koşuyor gibi değil miyiz? Bir yerde cevabı aramıyor muyuz? İpuçlarıyla cevaba yaklaşmaya çalışmıyor muyuz? Bazen soruyu unutmuyor muyuz? Onların üstüne yeni sorular üret miyor muyuz?

İçimizde bir yerlerde fısıltıyı duymuyoruz, duyamıyoruz.
Yavaşlamalı şimdi... Kabul etmeli sıradan oluşumuzu, aynılığımızı...
Cevaplara değil, ilk sorduğumuz soruya baştan geri dönmeli şimdi...

Hangisi önemli? Hangisi ilk önemli olan ve böylece ardından diğerlerini doğru sıralayan...

Hatırla.. Özünü, nefesini, kalbindeki bilgiyi... ve içinde sana sesleneni...

Soruları düşününce, aklıma geçenlerde meditasyon ile ilgili okuduğum bir yazı geliyor. Meditasyon sırasında katılımcılara kendilerini içinde huzurlu hissedebilecekleri, sadece onlara ait olan bir oda hayal etmeleri isteniyor. Katılımcılar mutluluk içinde meditasyonu bitirdikten sonra, sırayla odalarını anlatıyorlar. Odalar çeşit çeşit.. Duvarları camdan, denizi görüyor bazısı... Bazısı tahta merdivenlerden iniyor odaya, verniklenmemiş tahta trabzanın kıymığı batıyor eline... Bazısı hafif bir çan sesi duyuyor içeride... Hepsinde aslında bildiği, tanıdık bir yere gitmiş hissi var. Yeniden hatırlanmış bir yer orası sanki... O gün huzur dolu ayrılıyor yapılan çalışmadan...

İkinci gün derste yine oda meditasyonu yapılıyor. “Kendinizi odanıza götürün ve bugün cevabını merak ettiğiniz bir soruyu odanın içinde tekrar sorun....” deniliyor. Meditasyon bittiğinde “ sorunuza cevap buldunuz mu?” diye soruluyor... Genelde cevaplar “ Soru yada sorun o oda da yok oldu,... odaya girdiğimde soruyu sormayı unuttum,... soruyu sordum cevap gelmeyince, soru bir anda uçtu ve gitti... Soruyu sorduğumda, önce huzursuz hissettim kendimi, sonra içimde soruya yüklediğim sıkıntının kaybolduğunu -ferahladığımı hissettim....” oluyor.

Üçüncü gün yine aynı meditasyon yapılıyor. Meditasyon sonunda yeni soru;“ Oda da hangi duyguyu en yoğun hissettiniz”. Cevaplar çoşku dolu oluyor. “Huzur, mutluluk, zamansız bir genişlik, bedensizlik, rahatlık, hafifleme, çoşku ama en çok sevgiyi hissettim...” Çoğu katılımcı anlatırken şeffaf göz yaşları döküyor.

Dördüncü gün yine aynı meditasyona oturuyorlar. Hepsi odaya tekrar gitmek için heyecan duyuyor. Dersin bitişinde meditasyon ile ilgili bu sefer sorulan soru şu... “Şimdi gözlerinizi kapatın, dilediğiniz kadar meditasyonda kalabilirsiniz ve odanıza tekrar gidin, sonra meditasyondan çıktığınızda bir cümle ile odanın nerede olduğunu ve oraya nasıl vardığınızı önünüzdeki kağıtlara yazın, kağıdı katlayıp bu kutunun içine koyun.... Haftaya son dersimiz yapılacak ve yazılan notların hepsi bu panoya asılacak. “

Son derse gelen öğrenciler cevapları okumak için heyecan duyuyorlar.Sessizce sınıfa girmeleri ve panoya baktıktan sonra, yine sessizce meditasyona oturmaları isteniyor. Hepsi panoya sırayla bakıyor ve sadece gülümsüyor...

Eğitmen meditasyona oturmadan önce, katılımcılara şunu söylüyor..

“ Hepiniz oraya giden yolu biliyorsunuz, şimdi tekrar hatırlayın”...
Gözlerini kapatıp, son meditasyonlarını yapıyorlar...

Çalışma bitiyor. Eğitmen çalışmanın bitişinde şunu söylüyor. “Bugün soru yok. Soru hiç olmamıştı aslında... ve daha da önemlisi orası gözlerinize kapatınca vardığınız bir yer değil, aslında orada yaşıyorsunuz hepiniz, bu derslerde meditasyon yapmayı öğrenmedik, hatırladık sadece”...

“Soruları unutun. Gözlerinizi de kapamayın, bakmayın, görün ve hatırlayın..”

Panoda çeşit çeşit el yazıyla aynı şey yazıyordu.
Hepsi en çok sevgiyi hisettikleri, hafifledikleri, soruların olmadığı o yeri ve gidilecek yolu tarif etse de, aslında sadece hatırlamıştı.

.

.

Oda kalbimde, oraya nefesimle gittim...

.
.

.
Brajeshwari / 07.06.2010



yolculuğa çıkarak, hatırlamak isteyenlere minik bir hediye....
.