30 Kasım 2010

MoR, SaRı ve küçük nokta KıRMıZı...


-“Heyecanlı mısın?” diye soruyor...
-“Hayır değilim, ama hafiften korkuyorum... “ diyorum.. “Ve bu korku öyle ‘ne yapacağım ben, hazır değilim’ korkusu değil... Aksine hazırım, çocuklar için birşeyler yapmaya hep hazırım... Sadece nasıl olacağını, yüzlerini, oynayacağımız oyunları, kahkahaları düşündükçe meraklanıp korkuyorum...” diye ekliyorum.
.

Cevap veriyor...
-“Bu korku değil zaten... Bu kalbindeki O’nun sesi... Bunu yapmanı istiyor,...”

Bu konuşmadan sonra sürekli şimdi ne hissediyor diye kalbimi dinliyorum... Bazen karanlık düşüncelerime takılıyor aklım, bazen hiçbir şey hissetmiyorum kalbimden... Bazen kalbim sevgiyle doluyor, akacak yer bulamıyorum. Bazen ben hiç birşey yapmıyorum, kalbim bana konuşuyor...

Hepimiz seçimlerle hayata yön verdiğimizi düşüne duralım, ben hiç böyle düşünmüyorum. Yıllar önce ekonomik kriz sonrası, gazetede işsiz bırakılan arkadaşlarına ithafen yazdığı bir yazıda Perihan Mağden “ Onlar ne kadar üzülse de, yukarıda Tanrı’nın onlar için yeni planlar yaptığına inandığını” yazmıştı. Çok sevmiştim ben bu yazıyı... Hayatı çok kontrol etmeye çalıştığım zamanlarda, bu söz aklıma geliyor ve gülümsüyorum.

Bedeni bir fırça gibi kullanıp, ortaya hayali bir resim yapalım dediğimde, çocuklara bakıyorum. Benim fırçamın sahibi aklım oluyor genelde... Halbuki beden aynı bir fırça gibi... Çizdiğin resimde belki bazı anlar insiyatifin var ama hem fırça olup, hem de fırçayı tutup resmeden olamazsın. O yüzden teslim olmak gerekir, resme, resmedilecek olana.... Tutup tutup fırçayı akılla dürtmek, bir dışavurumdan çok, mücadele sonucu bir amaç uğruna resmedilen bir tabloya dönüştürüyor resmimizi... En iyi ressamlar o yüzden fırçayı dinleyenler, izin verenler akacak olana...

Kalbimi dinliyorum. Kırgın olduğu zamanı, sevgiyle dolduğu zamanı, çaresiz hissettiği, bazen çoşkuyla taştığı anı dinliyorum. Bana kalsa kırgın olduğunda sert, derin, karanlık çizgilerin arasında minicik kırmızı bir nokta umut çizer tablosuna... Kırgınlığından çok umudu görülsün diye umut eder durur sonra... Çaresiz kaldığında boşluklar bırakır, zayıf çizgilerin arasında... Boşlukların ne dediğini anlasınlar ister karşıdan bakıldığında... Çoşkuda alacalı bulacalı çingene düğünü olur o tablo... Bakan çoşkuyla katılsın ister çoşkuya... Sevgi dolu olduğunda bir ağaca sarılır mutlaka renkler tablomda... Ama ağacı görüp, ona zarar vermesinler de ister bir yandan da...

İşte ben bunları hissederken, hiç bir şey çizmiyorum tabloma... Sanki kocaman boş bir tuvalin önünde oturmuş, fırçayı ne zaman elime alsam kalbim gülümseyerek "Dur” diyor bana... “Neden diye soruyor aklım?” Kalbim cevap veriyor. “Fırçaya izin vermedin”...
...
Peki neyi bekliyoruz” diye sorduğumda, cevap veriyor “ Bunu başladığın zaman anlayacaksın.” Başlayacak mıyım ondan bile emin olamıyorum diye geçiyor içimden, o an yakalanıyorum kalbime “zamanı geldiğinde dur desemde duramayacaksın” diyor kocaman gülümseyerek... Aklım olsa savaş açardım, ama kalbime kızamıyorum.. O hep böyle dolambaçsız, sade, uysal cevaplar veriyor... Tamam diyorum öyle olsun, tablonun karşında oturup resim yapmak için resim yapma hazırlığını bırakıyorum (!)... Fırçalar, tuval ve ben o anın gelmesi için duruyor ve bakışıyoruz sadece birbirimizle... Hepimiz resmedilecek için aracıyız. Fırça, tuval ve ben... Zamanı gelince fırça konuşup, renklerle anlaşacak, ben onlara aracı olacağım, tuval tüm güzelliğiyle olanı gösterecek olan...

İşte o an kalbim yine aynı şekilde hızla atmaya başlıyor. Bir şey var, heyecan değil onun adı, korku da değil tam... Boş tabloya baktığımda onun güzel bir resme dönüşeceğini, daha başlamadan harika olacağını biliyor oluşumun heyecanı bu... Kaybedilen zaman yok, yaşadığım anın hisleri benden uzağa düşmüyor, kırmızı nokta umut, boşluklar, çingene renkler ve aşk hala canlı içimde... Şu an fırçanın beni götüreceği tablonun içindeyim aslında... Renklerin, çizgilerin, yoğun sarıların, kırmızı umudun içindeyim, ağacın gölgesinde aşkla kaynaşmış renklerden biriyim. Tüm bunlara tuval kadar, fırça kadar aracıyım. Gülümsediğim zaman bile aracıyım O’na... Şimdi de yazıya aracıyım aslında... Sizden geleni de ondan bilirim, işte bu yüzden de hep gülümseyin isterim...
.
.
_____

Derste fırçalar dansederek hayali resimlerimiz bitiriyoruz. “Haydi bakalım ne resmettik” diye soruyorum tek tek... Spiderman, Pembe Elbiseli Barbie, Bmw, Hulk, Sarı Saçlı Prenses çizenler var aramızda... Benimkisi öyle hayali bir fırça salınmasıydı, onların yüzlerine bakarken ne çiziyorlar diye düşünüyordum, bir yandan da pembe elbiseli prensesin eteğinin fırfırını, SpiderMan’in kırmızı taytını boyamıştım belki de öğretmen olarak çocuklara yardım olsun diye...

Aralarından biri müziğin ve hayali fırça oluşunun çoşkusunu yitirmeden aramızda hala döne döne dansediyordu. “Sen ne resim yaptın” diye sordum, bir yandan da fırça oyunu bitti demekti sorumdaki niyet... Hiç bozmadı dansını, Duramadı!... “Bak ben hala fırçayım” diye cevap verdi soruma, sonra da çevremde parmak uçlarıyla dans ederek dolandı, belki de beni mavilerle, kırmızılara boyadı... 5 yaşındaki kreş arkadaşları ve 5x7 yaşındaki öğretmeni, hepimiz sessizce, onun büyülü resmini bitirmesini bekledik resmettiğine, dansına, aracılığına saygıyla....

.
Teşekkürler çocuk!
.

.
.
imza: uçuşkan mor, yoğun bir sarı ve canlı küçük nokta Kırmızı / 20.11.2010

dans edenlere eşlik etsin diye.....

10 Kasım 2010

HaFiF!


"Stretching your hamstrings is only the beginning. Can you stretch your bones? Your mind? Your dreams? Your soul?" Judith Hanson Lasater

Derse bir saat kala yola koyuluyorum. Bazı günler insan kendi kendine ağır geliyor. O günlerde o kadar zor ki, hazırlanmak, evden çıkmak, yürümek, insan arasına karışmak...

Yürürken ayaklarımı attığımın farkındayım, ayakkabının ağırlığının farkındayım, çantamın yükünün, içinde taşıdıklarımın, aklımdan geçenlerin.... Elimde tuttuğum anahtarın yorgunluğu var kollarımda sanki... Merdivenleri inerken dizlerimi kırmak yoruyor. En çok beni yoran da, yol boyunca oturduğum koltukta karşıma bakarken, aslında başka şeyler görmek kendi hafızamda... Ara ara gözlerim karşımda oturanların boyunlarının duruşuna, sağ ve sol dengelerine, kalplerinin açıklığına bakıyor, konuşurken mimiklerini yakalıyorum. Onları izlediğimi sanırken, kendi bedenimi izlerken buluyorum sonra kendimi... Neyseki duruşum genelde dengeli.. Sadece bugün sağa kayıyor boynum sıklıkla... Bu demek ki o an beynimin sol tarafı çalışıyor, düşünceliyim ve sağ ayağıma ağırlığımı da verdiğimde aslında içimde duygusal bir anın görüntüsü geçiyor. Kendi dış tahlilim, içimdekileri okuyor adeta... Ayaklarımı dengeliyor, sırtımın duruşunu yokluyorum , düzeltiyorum hemen kendimi...
.
Matın üzerindeyim, geldiğim yol bitmiş kafamda... İçimdekiler mi ? onların hepsi yerli yerinde ağır...
.
O gün sınıfta hepimizin vucuduyla ilgili aksadığı noktalar var. Bazımızın dizi, bazımızın kulağıyla ilgili denge sorunu, bazımızın sağ bacağı çekiyor. Ama olsun! Matın üstü, mükemmelliğe ulaşmak adına savaş vereceğimiz bir alan değil. Sınırlarımızı keşfedeceğimiz, bırakacağımız, kendimizi dinleyip, anlayışı öğreneceğimiz bir alan burası... Bunu bilerek derse başlıyoruz.
.
İlk ısınma serisini yaptığımızda ellerimden başlıyor terleme... Mata avuçlarımı, parmaklarımı köklesem bile ellerim tutmuyor beni ve kütlemi... Avuçlarımın terlemesini izliyorum. Geriye doğru açılmalarda kalbi açmaya -yükseltmeye çalıştığımızda, beni engelleyenin gögüs kafesimin esnekliği olmadığını biliyorum. Kalbim içinde tuttuklarıyla açılamıyor, kasılıyor sanki... Nefes çalışması yaparken sağ ve sol burun deliklerimin eşit nefes almadığını farkediyorum, bakıyorum ki o an kafam yine sağa düşmüş. Tek ayak üstündeki denge duruşlarına geçtiğimizde, yerdeki ayağım köklenmek yerine, kasılarak bacağıma güç vermekte zorlanıp, dengemi bozuyor. Dengemin bozuluşunu izliyorum sakinlikle....
.
Terlemenin sadece bedensel olarak ısınma olmadığını biliyorum. Atıyorum sanki biriktirdiğim düşünceleri... Beden ısınmaya ve anlaşılmaya başladıkça, denge de yerine oturmaya başlıyor. Zihin aradan çıkınca, bedenin mükemmelliği ve bu mükemmellikten doğan doğal gücün ortaya çıktığını deneyimliyorum tekrar... Bunun için sadece teslim oluyorum hissettiğime, olan bitene ve içimde bulunduğum duruşu izlemeye koyuluyorum..
.
Ayaklardan başlıyor değişim. Beyine en uzak organlar ayaklar, o yüzden dürüstler... Dengesiz salınımlar, tutarlı- yeri kavrayan duruşlara bırakıyor önce kendini... Ayaklarımla beraber dizlerim sağlam durmaya, öne esnemelerde rahat bırakmaya başlıyor kendilerini... Ayaklar karar merkezleri, dizler o kararları harekete geçiren noktalar aslında... Tüm bunlar olurken, ayaklarım kararsızlıklarını, dizlerim harekete geçmekten korkuşlarını salıveriyor sanki... Ayaklarım sağlamlaştıkça, bedenimin daha güvenle uzadığını hissediyorum. Bastığım yere güven duyarken, bedenim yükselirken umutlarım gökyüzüne sürgün veriyor. Aklımı korumak için kapanmıyor boynum içeri... Boynum uzadıkça, aklımdan geçenler hafifliyor. Böylece sırtım omurga omurga nefes alıyor sanki... Omzumdan geriye bakışlarda, sadece boynum değil, sanki bakış açım da esniyor. Kör noktalarımla karşılaşıyorum orada... Nefesimi hissediyorum artık. İçime dolan, her bir zerremi mutlulukla dolduran... Kalbi yükseltip, açmaya çalıştığımızda artık omuzlarım rahatlıkla geriye açılıyor. İçimden geçen tüm duygular özgürleşmeye başlıyor o an.... Kalbimin orta yerinde hissediyorum,.. ne olduğumu, gerçeğimi, yaşadığımı... Nefesim onaylıyor tüm bunları....
.
Ter, uçuşan düşünceler, bedensel yorgunluk birbirine karışmış bitiyor ders... Ama tertemiz ve sadeyim. Sıyrılmış sanki taşıdığım tüm düşünsel yükler üstümden, nefesim eşitlenmiş, kollarım ayaklarım hissedilemez bir boşlukta salınmaya başlamış sanki. Var olduğunu sandığım ağırlıklar, varoluşun gerçek hafifliğine bırakmış beni...
.
Yenilenmiş olarak çıkıyorum stüdyodan.... Yol boyunca adımlarımı izliyorum sadece... Söz yok, içimde konuşan-hatırlatan kimse de... Zihin ve oyunları başrolden çıkalı çok olmuş... Uçuşuyorum. Kırgınlık ne hatırlamıyorum, yargılar, sıfatlar, olaylar yok olmuş, yarın ne olacak umrumda değil...
.
Sevginin içine sadece sevgi katılıyor,
özlemenin içi sadece daha çok özlemle doluyor...
Gögüs kafesim nefesimle dolarken, kendime bakıyorum,
İçimde tarif edilemez bir minnet duygusu,
kalbim açık, savunmasız, sevgi dolu...
Boynumsa sağ tarafa düşmüyor artık....
.
.



Deva Premal - Om Namo Vasudevaya Tık

03 Kasım 2010

OLSAM...

" me and you and everyone we know" filminden bir kare...


Bir kitabın ayracı olsam... Kitabın cümleleri uçuşurken uykunun arasında, ben o sayfaya takılsam, kitabın hikayesini düşlesesem karanlıkta...

Bir bezelye tanesi olsam... Önce tencerenin içinde teslim olsam sıcağa, suyun kaynama noktasına... Bıraksam diri olan kendimi, çeperimi, içimi, içimden geçenleri...

Koltuğun pütürlü motifi olsam... Elin ne zaman farkında olmadan o motifin üzerinde dolansa, anlasam o an aklından geçenleri...

Kahve bardağın olsam... Bardağın dibindeki kahve lekesini süngerle çıkarmaya çalışırken sen, sabundan hoşlanmasam, püskürtsem köpükleri bir o yana bir bu yana... Sonra durulanınca rahatlasam, banyo yapmış yaramaz bir çocuk gibi...

Saatin olsam... Her sabah bağlasan beni bileğine.... Zamanı gösterirken sana, aslında ben kalp atışlarını dinlesem dakikalarca... Kalbin attıkça zaman yavaşlasa...

Her zaman oturduğun kafenin masa örtüsündeki bir pöti kare olsam... Karşında sohbet edecek biri yoksa, bana anlatsan gününü, içinden geçenleri.... Sussam, konuşmasam ama anlattıklarınla doldursam dört köşemi...

Montunun düğmelerinden biri olsam... Soğuğa karşı iliklesen beni bir yanına ve sıcağa geçtiğimizde merhaba der gibi ayrılsak iki tarafa...

Şans eseri ayakabının altına takılan bir çakıl taşı olsam... Yollarını öğrensem, adımlarını izlesem, seninle dursam, seninle yürüsem, sonrada beni bırakman gereken yerde tabanından sökülsem... Deniz kenarında, geçtiğin parkın birinde, Taksim’in orta yerinde... Kalakalıp özlesem seni öyle...

Masanın yanında duran pencerenin üstten 8. Jaluzisi olsam... Sen dışarı bakıp gökyüzünü içine doldururken, ben sana bakıp okusam hayallerini....

Üzümlü kekin içindeki bir tane üzüm olsam... Tam sen “Üzümlü keki çok seviyorum” diye düşündüğün o an, ben bunu tüm üzümler adına üstüme alınsam, desem ki o da seviyor beni....

Gümüş rengi anahtarlığın olsam... Cebinde tutup beni, kaybetmesen hiç bir yerde ve her baktığında hatırlatsam evini...

Gömleğinin sol yakası olsam... Hani düşünceye daldığında oynadığın köşeşi... Parmakların değince sakinleştirsem seni...

Dinlediğin şarkıdaki minik bir es'ten sonra başlayan çoşkulu bir yalvarış olsam... o an aklına düşsem, baştan alsan tekrar müziği....

Yastığın olsam.... Seninle aynı rüyaya beraber dalsam... Sabah uyandığımızda en az senin kadar darmadağınık ama mutlu uyansam...
.
.
.

__

Ya da ben, ben olsam

Sen de sen

Ben seni özlediğimi söyle(yebil)sem

Sende “bende” desen... “Bende özledim seni..”

Sonra sarılsak

Sen ben olsan, ben de sen...

Sarılsak...sarılmış olsak...



Ve öylece kalsak...

bir daha hiç özlemesek birbirimizi...,..
.
.
Brajeshwari.dd / 2.11.2010
.
.
NOT: bu yazıyı yazarken şarkı dinlemedim :) sessizdi ortalık.. ama bu yazıyı başlatan şarkıyı söyleyebilirim belki... TIK /
.
Bu yazı ona, onlara, karşı yakadaki güzel bir dosta,.. özlediklerime yazılmıştır...