20 Şubat 2012

Akvaryumdaki Köpekbalığı


Hikaye Japonyada geçiyor...Gerçek bir hikayedir.
Japonlar bilirsiniz balıksever bir millet... Balık tüketimi fazlalaşıp, kıyılardaki balıklarda azalmaya başlayınca çareyi kendi kıyılarından biraz uzakta avlanarak çözebileceklerini sanmışlar... Sabahları daha erken kalkıp, dümenlerini bir saat uzaklıktaki açık denizlere kırmışlar. Avladıkları balık miktarından memnunlarmış, kazançları kısa sürede olsa tekrar eski haline gelmiş. Fakat gün geçtikçe balıklar satılmaz olmuş. Çünkü balıkların avlandıktan, tezgaha geliş süresini düşünülünce, tazeliklerini kaybettikleri farkedilmiş. Bunun üzerine tüm balıkçılar toplanıp, konu üzerine düşünmüşler. Çare olarak balıkları büyük buz kütleleriyle taşıma kararı vermişler. Balıklar buzun sayesinde tazelikleri bozulmadan tezgahlara taşınmış bir süre... Fakat bu da doğru çözüm olmamış. Çünkü balıkların tadı, buzun etkisiyle yine taze gibi değilmiş. Bunun üzerine balıkçılar tekrar toplanıp, yeni bir çözüm üretmeye koyulmuşlar. Çözüm; teknelere dev akvaryumlar kurmak olmuş. Masraf edip, teknelerine dev akvaryum yaptırmış her biri... Böylece yakalanan balık, akvaryumdan canlı canlı tezgaha gidebilecek ve taze kalabilecekmiş. Satışlar düzelmeye başlamış. Fakat gel zaman -git zaman, bu da nihai çözüm olamamış. Çünkü her balık yakalanıp, akvaryuma atıldığı süreç boyunca sersemlemiş ve o taze tadı yine kaybolup gidivermiş. Balıkçılar yine toplanmış. Tüm bu çabalardan sonra, en son çözüm minik köpekbalıkları olmuş. Her akvaryuma birer minik köpekbalığı atılmış. Böylece avlanip, akvaryuma atılan balıklar sersemlemek yerine, köpekbalığı yüzünden hayatta kalma savaşı verirken tazeliklerini de kaybetmeden tezgahlara ve sofralara ulaşmış...
Ofisteki sunumda bu hikayeyi ilk duyduğumda, her şeye uygulanabilir bir mantığı olduğunu düşünmüştüm... Köpekbalığı imgesini, ister bir markanın rekabetin içinde daha dirençli durabildiğine yorun, ister minik krizlerin firmaları ayakta tutan itici güç oluşuna bağlayın. Fakat hikayenin gerçek bir hikaye oluşuna dair düşünmeye başladığımda, sadece markalar için uyarlanabilir tarafından daha öteye insana dair yönlerini de keşfetmeye başladım.
Beynimize attiğimiz minik köpekbalıkları geldi aklıma...
Çok kilo aldım bir köpekbalığıydı zayıflama yolunda... İşe geç kalıyorum korkusuyla erken kalkmak sonra... Bazen sevgilim beni aldatirsa diye korkup, kendine bakmaktı daha fazla... Fakat bunlar bilinçli bilinçsiz iyi denebilecek itici güçlerdi ayağa kalkıp, kendimizi harekete geçirmek, diri tutmak adına...
Bir de bilinçsizce düşüncemize atılan köpekbalıkları vardı. Mesala arabayla işe giderken gördüğüm bir billboard reklamı şöyle diyordu “ Panik yok! İndirim haftamız devam ediyor”... Panik köpekbalığıydı, anında bizi harekete geçirebilecekti indirimi kaçırmamak adına... Reklam stratejileri hep böyle bir algı üzerine çalışırdı. Başka bir örnek, annem her sabah giydiğim kıyafetlerin inceliğinden “ üşüteceksin” dediğinde, arabadan inip ofise yürürken üşümeye başladığım an annem aklıma gelirdi.
Bir de bizim besleyip, sonra da düşüncemize attığımız köpekbalıkları vardı. Mesala günlük yoğun iş rutininden evini toplamaya zamanı olmayan bir arkadaşım “ evinin çöp eve dönebileceğini” söyleyip dururdu. O evin çöp eve döneceğinden korkardı korkmasına ama, köpekbalığı evcil olmalı ki, o ev hiç bir zaman toplanmazdı. Aslında bizi harekete geçirecek köpekbalıkları yeterince vahşilerse iyi iş görürlerdi...
Bir de bilinçsizce düşüncemizin akvaryumunda dolaşan köpekbalıklarına rastlamak mümkündü. Onlar öylesine bilinçsizce tarafımızdan vahşileştirilmişti ki, bazen biz bile onu oraya atan olduğumuzu unuturduk. Sanırdık ki, başkası salıyor onu üstümüze, düşüncemizde...
Depresyona girdiğinizde, düşüncenizin sizi aşağılara çektiği anları düşünün... Aslında dirilmek için içeriye attığınız minik köpekbalığı, kendini patron ilan edip, akvaryumda terör mü estirmeye başlamış? Ne kadar zamandır o akvaryumda bir savaş var. Köpekbalığını bir yerlerden gözünüz ısırıyor mu? ( Bunlar çizgi roman kahramanı gibi olabiliyor, daha önceki akvaryumunuzu yerle bir edip, doymamış, yeni akvaryumunuzda dolaşmaya başlamış olabilirler.) Ne kadar büyümüş köpekbalığınız sonra, balıklar korkudan kalp krizi mi geçirmişler? Akvaryumun sahibi kim? Ne kadar zamandır o akvaryum başıboş ?
Bu hikaye ile beraber, kriz anlarında hikayedeki- düşüncemdeki köpekbalığını görmeye çalışıyorum. Balıklar ne kadar sersemlemiş, köpekbalığı niye bu kadar vahşi anlamak gerekiyor. Sonuçta beraber huzur içinde yüzebilirler de... Çok sevişip, kaynaşsınlar da istemem ayrıca... Herkes doğası gereği olması gerektiği görevi almalı.... Düşüncelerim ve eylemlerim tazeliklerini korurken, tadları da leziz olmalı... Sadece akvaryumun patronunun ben olduğumu, istersem hepsini denize salacağımı ve işsiz bir sürü köpekbalığının kapıda sıra beklediğini bilmelerinde fayda var...

Brajeshwari.dd / 18.02.2012

14 Şubat 2012

14 Şubat sabahı, sıradan bir gün....



Yarın, sen sokağa çıkıp beni bekleyeceğin köşeye varana kadar, yürüyeceğin yol boyunca tüm kar-kışı-buzu süpürürdüm önce.... Rahat yürü diye... Kırmızı paltona sarılıp, kocaman gözlerinle yolunu takip ettiğinde henüz suprizimin farkında olamayabilirsin... Tam karşıdan karşıya geçmek için ilerlediğinde, “ beni bu ışıkta bekle” dediğim trafik lambasına mavili –pembeli balonlar asmış olacağım. Balonları gördüğünde, sen şaşkınlıkla yürümeye devam ederken, aslında Sevgililer gününü değil, " bir eksiğin var, içinde kötülüğün yok" dediğim seni, masumiyetini kutluyor olacağım o an... Güzelliğine diyeceğim... Güzel gözlerinden ılık ılık içime sızan tertemizliğini dolduracağım yüreğime...
.....
Yarın, Sevgililer gününü hatırlamadan uyanacaksın biliyorum. Gri sabaha, üzerindeki takım elbisenin paltonun içine sığmayışına takılacaksın belki... Uykunu alamadığını hissedip, belki lanet edeceksin soğuğa... İşe vardığında, binaya girmeden köşedeki büfeden sıcak bir açma alacaksın belki... Keyfin biraz yerine gelecek. Elinde hafiften yağlanmış kese kağıdıyla, asansöre binip masana geçeceksin. Sıcak bir çay gelecek önüne, açmayı yemeye koyulacaksın. Isırığının içindeki zeytinlerin bolluğu mutlu edecek seni... Gözlerin kapanıp, kendinden geçeceksin sıcacık lokma boğazından geçerken... İşte o an, "hayat güzel" diyeceksin... ve ben bunu bilip, gülümsüyor olacağım... Aramızdaki mesafeleri düşünüp özlerken seni, sarılacağım sana sanki...
....
Yarın, yine umarsız görüneceksin, biliyorum. Güzel yüzünü, belki kaşlarını çatarak örteceksin. Gün içinde çok işin olacak çünkü... Elinden telefonun yine düşmeyecek, mesajlar geçilecek, işlerini halledeceksin. Ama aslında sese dönüşen kelimelerin az olacak sevgi adına... Sevgililer günü, tırıvırı diyeceksin içinden, çok sevildiğini bilmeden... Kimse sarılıp öpmedi seni sanacaksın ama, aslında kocaman sarılıyor olacağım ben sana.... Ancak, göz göze gelebilirsek bunu bilebileceksin... Bu yüzden yüreğimden sana doğru baktığım anlarda, gözlerini lütfen benden kaçırma....
...
Yarın, minik ve güzel evinden çıkarken acele edeceksin. Otobüs kaçacak, metrobüse yetişilecek çünkü daha... İstanbulun nemli ayazında sıra bekleyeceksin belki... İtiş kakış otobüse dolacaksın sende herkes gibi... Kendine en sağlam ayakta duracak yeri seçeceksin... Otobüs aniden hareket ettiğinde, kolunu uzatıp, tek boş kalan deri kolçağı yakalayacaksın aniden... Elimi tutmuş olacaksın işte o anda.... Köprüden geçerken aklına geleceğim... Elimi daha sıkı tutup, Hisara bakıp gülümseyeceksin bana... Bunu tam yüreğimde hissedeceğim, sımsıkı tutunacağım bende kalbimden sana...
.....
Yarın, Sevgililer günü diye içinden bir şiir seslenecek... Gözlerinin içini güldüren, yüreğini ısıtan sevgiline mail yazmaya başlayacaksın cümlelerini... Yer yer gülümseyecek, yer yer onun varlığına şükredeceksin. O an biraz daha parlayacak tenin, o an biraz daha güzelleşeceksin. Sonra sözlerim aklına gelecek, "aşkına katıp, büyüteceksin sana olan sevgimi"....
.....
Bu sabah bir tek sen başka uyan istiyorum... Sabah, sen uyanmadan yatağının ucuna o çok sevdiğin nergislerden koymuş olacağım... Yeni bir güne uyandığında, varlığınla mutlu olanlara gülümseyeceğini biliyorum. Nergisleri görüp, kokusunu içine çek ve kalbin kadar, kocaman gülümse... Çok sevildiğini hatırlayarak gülümse... Sevgililer gününde doğan kadın, seni ve varlığını kutluyor olacağız tüm gün ve gece... Çok seviyorum ben seni bir de....
.....
Yarın bir sürü işin olacak. Zaten yarının diğer günlerden farkı da olmayacak... Cep telefonuna bir mesaj gelsin diye beklemeyeceksin, aramam lazım, arasam mı demeyeceksin. Tüm günün yorgunluğunu minik bir kahve molası ile hafifletmeye karar verdiğinde, kantindeki adam “Sahlepte var” dediğinde aklına geleceğim. “Sahlep içiyorum, hala aklımdasın” mesajın gelecek hatrına... Sessizliğin içinde, farklı şehirlerde kahvelerimiz elimizde sözsüz gülümseyeceğiz sahlep gibi içtiğimiz kahveye ve aslında birbirimize...
.....
Yarın, günlerin en normali olacak belki senin için... Gün içinde aradığımda, sevineceksin gizliden... ”Naber, napıyorsun” diye sorsam da, şımarık bir kız çocuğu gibi cevap vereceksin yine... Sevildiğini, çok sevildiğini bilen, ama daha- çok daha çok sevilmeye asla hayır demeyen kız çocuğu... “iyiyim, öğle tatiline çıktık” diyeceksin uzata, ufalta kelimelerini... ama ben o an bileceğim ki, bu şımarık çocuk hep çok seviyor beni...
......
Yarın, “ay ama hadi ne zaman kahve içeceğiz” diye aramalarının, bu hafta içinde 5.cisini tekrarlayacağız yine... Planlar yapıp, organize olmaya çalışırken, komik komik “ Sevgililer gününde kutlu olsun cicim” diyeceğiz birbirimize... Gülüp geçeceğiz buna... 27 yıldır arkadaşlığımızda kutlamayı unutmadığımız tek şeyin o olduğunu bilerek... Asla tek güne sığmaz sevgimizi, tüm ömre yayarak seveceğiz hep birbirimizi...
.......
Yarın sabah kahvaltıda annem babama günün anlam ve önemini anlatacak yine sanırım. Babam, duymamış gibi yaparken, tabağındaki zeytinleri çatalla yakalamaya çalışacak, televizyona takılacak gözü sonra... Annem, işi dalgaya alacak. Babam, “ne istiyorsun tek taş yüzük mü alayım sana” diyecek yandan gülümseyerek.... Ben onlara bakar olacağım o an masada... Varlıklarına şükrederken içim sevgiyle dolacak. Tam göz göze geldiklerinde, ya bir sevgi sözcüğü çıkacak ağızlarından, ya bomba bir espri patlatacak babam... “Ayşe” diyecek “ çay koysana”... Biz hep beraber katılarak güleceğiz buna....

Sevgililer günü tırıvırı..
Dünyanın her günü sevgi günü aslında...
İyi ki varsınız...

Brajeshwari.dd / ondörtsıfırikiikibinoniki :)

09 Şubat 2012

Bugün "KEŞKE" deme!

Sana çok anlatacak şey var aslında... Gün geceye döndüğünde, beraber şu büyük koltukta otursak, ayaklarımızı uzatsak pufa, şarap hiç bitmese, mumlar hiç sönmese, müzik hiç durmasa ve biz anlatsak sabaha kadar... Gülmemiz gerekmiyor, hatta belki konuşmamız bile gerekmiyor. Değerli suskunluklar yaşasak... Sözlerin, hayatın, öğrendiklerimizin ve anlatacaklarımızın hiç bir önemi de yok aslında... Orada olmak önemli... Orada beraber olmak... Belki beraber olmakta önemli değil sanki... Sanki sen, kalbim seninle attığında zaten benim yanımdasın. Geldiğinde kalbim sıcacık oluyor, anlıyorum burdasın ve gülümsüyorsun bana....

Bir gün boyunca, nefes boğaza dolup anlam olmadan durabilmeyi denedin mi hiç? Söyleceğin şeyin ne kadar değerli olduğu hiç önemli değil. Vazgeç söylemekten... ve nefesi bırak evrenin nefesine... Sohbete katılma, yorum yapma, soru sorma, karşı çıkma, yeri geldiğinde en kısa cümleyi kur, yeterli en kısa cevabı ver ve vazgeç söz’den... Vazgeç sözlerinle var olmaktan... Vazgeç yorumunla katılmaktan... Sohbetteki, sorudaki sessizlik olmayı dene... Delirmeden, büyük bir olgunlukla sessizlikte, içinde bağıran, konuşanları dinle... Yazı yazma ve hiçbirşey okuma... Ne kadar korkutucu bazen, bazen ne kadar da gerçek... Bazen ne kadar gereksiz konuşmak, bazen bir kelime bile ne kadar da değerli aslında...

Sonra bir gün, tam bir gün hep EVET desene... EVET!... Kuşburnu çayı içer misin? (Mesala kuşburnu sevmezsin sen)... EVET!... Şu işi halleder misin? (çok işin var ama) EVET! Makarnanıza karabiber? ( istemesende) EVET! Hep Evet de bir gün... Hiç Hayır deme... Hayır yerine sessiz kal ve ikinci öneriyi dinle... İkinci öneri mutlaka sana EVET dedirtecek birşey olabilir. Evet demeye başladıkça, ne kadar çok Hayır dediğimizi görmek şaşırtıcı... Bir de Tanrı nasıl güzel kurguluyorsa o günü ve EVET kararını, bir oyun gibi EVETlediğin şeylerin sınırlarını ne kadar zorlayabileceğini görmeye de EVET de!

Sonra başka bir gün... Şu oyunu oyna... Herkes ÇOCUK! Düşün onların çocukluklarını... ve tek görevin SEVMEK onları... O koca adamlar, cadoloz sekreterler, somurtkan güvenlik görevlileri, maço taksi şöförleri nasıllar çocukken... Nasıl komik ve şirinler aslında... SEVİLDİKLERİNİ hissedince, nasılda uysallaşıyorlar. İçinden dokun onlara... Ne bir Anne ol, ne de bir büyükleri gibi, onlar gibi çocuk masumiyetinle dokun onlara, çağır bu sevme oyununa....

Sonra başka bir gün, herşeyle KONUŞMAYI denesene... Sana da günaydın çalar saat!... Çay çok mu sıcak bardak!... Çekmeceleri açık kalmış komidin, kızdın mı bana?... Bu oyunla, herşey başka bir algıyla seslenmeye başlıyor sanki sana... Dinlediğinde, sohbet sürüyor gibi... Sonra halıya basarken onu incitmek istemediğini düşündüğün oluyor. Pardon! Pardon! diyerek yürüyorsun salonun ortasında....

Sonra başka bir gün... YALNIZ kalmayı denesene... Çok yalnız kal... Telefonunu kapat, internete girme, okuma, yazı yazma... Dilersen sinemaya git, yalnız yemek ye, kahve iç... Ama mutlaka bir ara dur ve dinle... Yalnız mısın o anda?... Yoksa seni gözeten, çok seven ve sandığın yalnızlığı bile içine alıp, seninle paylaşıp gülümseyen O’nun varlığını hissediyor musun yanında?

Keşke burda olsan diye başlamıştım yazıma...

Fakat bugün "keşke" dememe günüymüş aslında...
Bak! mumlar sönmedi hala... Müziği değiştirmeye de gerek kalmadı...
Burdasın ve dinliyorsun...
.
Sessizliğin içinde...
Tam kalbimin orta yerinde, varsın aslında....
ve ben devam ediyorum sana anlatmaya....
....

Brajeshwari.dd / 5 Şubat 2012



.
.