26 Temmuz 2013

Hamileler direnmeli mi? #direnhamile

Günlerdir gündemde olan başlıkları saysam, herhalde unuttuğum olur. Geçen ay direnişte kaybettiğimiz genç çocukların yasını tutmamız gerekirken, her gün önümüze yeni bir gündem yuvarlanıyor. Twitter'da başlatılan #cevapver etiketi altında yer alan sorulara, her geçen gün yenisi ekleniyor. Cevapları bekleye duralım, yeni sorular, yeni konular, yeni acılar üst üste…
İnsanın bir sürü sorusu olunca içi şişer, hırçınlaşır, öfkelenir. Sorunun cevaplanmayacağını bilmesi de çileden çıkarır insanı… Soran, sorgulayan, farkındalık yaratan, unutturmayan, konuyla ilgili mizah gücünü kullanan herkesi okuyor, takdir ediyorum. Fakat ben artık gündemi en az ilk gün olduğu gibi yakından takip etsem de, eskisi kadar aktif değilim.
Niye?
Bugün hamilelerle ilgili yazılanları okudum. (Çirkin şeyler doldurup, bloğun enerjisini bozmamak gayesiyle linkini buraya koymuyorum, görmüşsünüzdür veya arayıp bulabilirsiniz) Dünün öfkelendiğim konusu geçmemişti daha... Lobna’yı düşünüyor, Berkin’e dua ediyor, Ethem’in çocuğuna aklıma gidiyor, Lice kütüphanesine ne yollayabilirim diye kütüphaneme göz atıyor, tecavüze uğrayan engelli kızın hislerini yüreğimde dindirmeye çalışıyordum. Ara ara gözlerim ağaçlara takılıyordu. Ne güzellerdi. 
Her şey hakkında sorulacak, söylenecek çok şey vardı. Bugünün gündemi, bir kadının kutsallığından bahsedebilirdiniz. Dediklerinizi anlamaları için çırpınabilirdiniz. Hamileyken çekilmiş, göbeğiniz açıkta fotoğraflar yayınlayabilirdiniz. Twitter’da konuyu anlamayan ayıpçı kesime “Pardon, sizi Meryem Ana mı doğurdu?” diyebilirdiniz…
O kadar çok şey yaşadık ve o kadar çok şey dedik ki, söylenmeyen bir şey kalmadı sanki...
Neyse ki, oyunu görüyoruz artık.. Farkındalığımız yükseldi. Fakat hala öfkelenmemiz, kızmamız çok kolay…. Öfke eski bir enerji... Öfkeyi bırakmalı... Öfkeyi seçmemeli....
Şimdi değişelim diyoruz ya… Değişelim…
Bu oyuna katılmayalım, eski enerjiyi öfkeyi, kızgınlığı bırakalım. Bırakalım oyunu… Onlar oyunu oynasın. Uzaktan bakalım sadece… Konuyla ilgilensek bile enerjimizi, onlara, düşüncelerine, sapkınlıklarına vermeyelim, büyütmeyelim o enerjiyi…
TV izlemeyi bıraktım. Bol bol yoga yapıyorum. Dua ediyorum sonra... Işık yolluyorum aklıma geldikçe onlar,... tekrar konuşmayı öğrenen Lobna'ya, uyanmasını beklediğim kara gözlü Berkin'e, tanımasam da gülüşünde çok özlediğim bir şey olan Ali'ciğe, aklımdan görüntüsü gitmeyen Ethem'e, babasını özleyen Ethem'in kızına, uyanıp annesini görünce ağlayan, beni de mutluluktan ağlatan Ali Tombul'a, ...
Ağız dolusu iletiler yazmak yerine, sevdiklerimle konuşuyorum. Paylaşarak sakinleştiriyorum içimi... Şükrediyorum sonra, daha çok teşekkür ediyorum sözlerimde... Gidenlere, yeniye, gelecek olanın hayırlı olduğuna inanarak teslim oluyorum akışa… Gülümsemeye çalışıyorum, asansörde, derslerde insanlara... Sabahları doğada yürüyüşler yapıyorum. Ağaçların, doğanın, adım atmanın, aldığım nefesin ne kadar değerli olduğunu hissediyorum... İçimi temizlemeye çalışıyorum. En iyi direnişin, "kalbi temiz tutmak" olduğunu hatırlaya hatırlaya...
Bugün, şimdi, çok söz söylemek yerine, hamileliklerine şahit olduğum canım arkadaşlarımı, doğumlarını fotoğrafladığım güzel kadınları ve onların güzel kuzularını düşünüp, sevgimi yolluyorum.

#direnhamile yerine, "diren" kelimesini gördüğüm her yere #sevgi koyuyorum
Gündem ne olursa olsun, onlar ne derse desin,
bizim tersine iyiyi, güzeli beslememiz gerekiyor.
Bir'lik, aynı şeye kızarak değil, aynı şeyi sevip büyüterek oluşur.
Biz Bir’iz…
Sevmeye ve sevgiyi çoğaltmaya devam....
Hadi şimdi, kalbine bak ve içine bolca sevgi doldur.


Brajeshwari dd. -26/7/2013
 
 

09 Temmuz 2013

Sofrayı paylaşmak...... #yeryuzusofralari #yeryuzuiftari

 
ne güzelsiniz yahu siz... Bir öfkenin eşiğinden, bir duygunun dibine gidip geliyorum. Hepsini bir günde yaşamak zor geliyor bazen... Salınıyorum yer yer... Merkezlenmem zaman alıyor. Sonra  bir şey oluyor, bir sofra kuruluyor 8.5 km uzunluğunda... tüm ruhumla, o sofradaki herkesi sevdiğimi hissediyorum gözlerim dolu dolu...
 
Yemek benim için çok özeldir. Paylaşmaktır öncelikle.... Fakat o yemeğin bir enerjisi vardır. Anne yemeği gibi, içine sevgi katılmıştır mutlaka... İşte o yemek lezzetlidir.
 
Yemek sadece yemek yemek- enerji kazanmak için değildir. Bir kere malzemelerin özenle seçilmesi gerekir, emek ister, yapanın enerjisi, niyeti bulaşır yemeğe... Ondandır anne yemeği vazgeçilmezdir. Ondandır belki de bazen yemeği yapanın enerjisini sevmiyorsanız, yiyememeniz o yemeği...
 
Ben evime gelen herkesi yediririm. Mutlaka evde yiyecek bir şeyler vardır. Hatta hep fazla fazla yaparım ki, annemlere, ziyarete gittiğim arkadaşlarıma da paketler götürürüm yemeğimi... Ekmek yaparım sık sık mesela... Tek kişi o kadar ekmeği yiyemeyeceğim için, yaparken yarısının kime gideceği hep bellidir. Böylece 'sevgim geçer midelerinden' diye düşünürüm... Yabancılardan, sadece size yiyecek ne verdiğini bilmemenin dışında, yemeğin içine ne niyet kattığını bilmeden de bir şey alıp, yemeyin...
 
Yemek bütünleyici, toplayıcıdır. Bir evde masada oturmak ve beraber yemek yeme şartı bence çok gereklidir. O masada beraber olalım, dileği dışında, o enerjiyi de beraber paylaşalım'dır diğer anlamı.... ve hep bakarım, ilişkisi sekteye uğramış evliliklerde önce yemek kesilir. Kadın yemek yapmayı keser, o evin bereketi de kaçmaya başlar böyle böyle.... Anneannem, dedemle yıllarca didişip dursa da masasından yemeğini hiç eksik etmezdi. Çünkü büyüklerimiz törelerine bağlı kalmanın yanında, aslında şaman bilgilerini bizden daha temiz taşıyordu bence... Kadın, yaptığı yemekle evini bir tutan, bereketi o yemekle arttırandı.
 
Yemek bu yüzden çok değerli. Benim çok komik anılarım var bununla ilgili...Bir tencere nohut yemeğini tatile giderken buzdolabında bırakmış annem, telefonla 'o yemeği al bozulur dolapta' dediğinde, bir tencere yemeği kendi evime getirmeden ağlaya ağlaya, sevgi dola dola yediğimi bilirim mutfak masasında....
 
Sofranızı kurun, yemeğinizi hep sevgi katın...
Sevdiklerinize söyleyemediğiniz, cümleleştiremediğiniz tüm güzellikler o yemekle ulaşır.
 
Yeryüzünün sofraları, yeryüzü iftarı bu yüzden çok değerli ve anlamlı.... Bir olduk artık. Kocaman BİR aileyiz...Bugün Taksimde kurulan 8.5 km'lik upuzun bir masanın ardına kendi evimizdeki yemek masaları da eklendi aslında....
 
Sofralarımız hep bereketli olsun, Allah kabul etsin.
 
 
 

08 Temmuz 2013

Nerdesin Aşkım, Burdayım Aşkım…. #direnayol #dönmeyiz

30 Haziran 2013, LGBT Onur Haftası'nın yıldız günüydü belki de. On binler sokağa döküldü; direnen halk bu sefer de LGBT bireylerin hakları için sokaktaydı, onlarlaydı. “Sevişe sevişe kazanacağız” dediler, “Yasak ne ayol” diye bizi güldürdüler, renkleriyle, farklılıklarıyla, zekaları, neşeleriyle birbirinden güzel insan ve onların varlığını destekleyen binlerce direnişçi yan yanaydı. Onlar vardı. Onlar hep olacaktı. Farklılıkların yok olduğu ve hepimizin önce “İnsan” olduğunu hatırlatan bir renk karnavalıydı.
LGBT Onur Yürüyüşü'nü hepiniz izlemişsinizdir. O zaman şu sloganı da duymuşsunuzdur… “Nerdesin Aşkım, Burdayım Aşkım” Bu beni hep gülümseten, ağzıma takılan bir slogan oldu. Evde, çalışırken, araba kullanırken aklıma geldikçe söyleyip durdum, gülümsedim.

Bazı arkadaşlarım bunun Cem Yılmaz’ın en son gösterisinden çıktığını söyledi. İzlemiştim ama bu kadar aklıma yer etmemiş belli ki… Bazı arkadaşlarım, “Nerdesin asker” söylemine gönderme olduğunu söyledi. Askerlikle alakalı ol(a)madığım için bilemememin normal olduğunu düşündüm. Bu sloganı söyledikçe, Gezi ruhuna uygun, Gezi'yle beraber canlanan 'ortak aklın' aslında başka bir mesajı da söylediğini hissettim.
Nerdesin Aşkım?
Sordunuz mu hiç aşk nerede diye? Aşkınız nerede diye? Ya da aşk ilişkiden uçup gittiğinde o yürek dolusu aşkı tekrar aradığınız oldu mu? Birbirlerine sırf, sevgili/eş oldukları için alışkanlıktan “Aşkım” diyen insanları görüp, kelimenin “Canım”, “Hayatım” gibi sıfatlarla değişebilecek kadar esneyebildiğini de gördünüz mü?

Sahi neredeydi Aşk?
Aradık, bulduk, kaybettik, beceremedik, yanıldık… Sonra başka bir Aşk bulduk. Aşk sandık… Nerdesin Aşkım diye sorduğumuzda, hep yanımızda, burada sandık.  Aşkın içini boşalttık bazen… Aşk biter, yerini sevgi alır, saygı alır da dedik değil mi?

AŞK?
Aşk neydi kafamız karışıktı… Bir insanın yansımasında gördüğümüz bizdi ya da ait olma hissiydi yürekten, ruhla, bir bütün olarak… O; sever, korur, hep yanındaydı, ayakların bir karış havada yaşatan, kalbini pır pır ettiren, sonsuza kadar sürecek bir şeydi.
Aşktan bahsediyoruz ama aşk aslında sevginin sonsuz kaynağında, elindeki kabınla, alıp alıp yıkanmaktı. Sevgiyle her arınışta, yeniden doğmaktı. Korkulardan arınmaktı, sen olmayandan arınmaktı, güzelliklerle bezenmekti. İçindeki o kaynağı bulabildiğin için, bulmana yardım eden surete müteşşekkür olmaktı. Sonsuza kadar, sevgiyle, büyülü bir ruh haliydi. Senden gülümseyen ve  başkalarına akacak binlerce pırıltıydı. Seni olduğun gibi sevendi, çok sevendi. Öyle bir ruh haliydi ki, ‘dünyayı turla benim için dese’, uçarak yılmadan turlatırdı içindeki güç ve şevk…  Aşk delice bir şeydi. Bir adam ya da bir kadın değildi. Onlar aracıydı. Aşk yuvada olmaktı. Çok sevildiğini tüm hücrelerinle bilmekti.
Nerdesin Aşkım, Burdayım Aşkım…
Nerdeydi bu aşk peki?  
Köşe başında tesadüf eseri çarpıştığın bir adamı/ kadını beklemek gibiydi bazen…Bazen arayarak bulunacak bir şeydi belki… Bir suretti aranan…  Sevginin kaynağına gidebilmek için elini tutabileceğin biriydi belki de… Sen hep hazırdın. O gelecekti. Belki ilişkinin içinde kaybetmiştin o seni kendinden alan kaynağa giden yolu… O eli tutup, tekrar aynı yere gidebilmek için uğraştığın olmuştu.
Soru çok güzel…
“Nerdesin Aşkım”   ve cevapta senden geliyor “ Burdayım Aşkım”…
Yüreğine bak…
Sonsuz sevgi kaynağının önündesin…
Kendini o sevgiye bula… ışıklan…parla…yüksel herşeyden…
Gökkuşağının tüm renklerinin altında huzuru, mutluluğu ve aşkı bul…
Tekrar ettiğinde yolu bulacaksın…
“nerdesin Aşkım, burdayım Aşkım….”
Aşk sende…
.
.
Brajeshwari_1 Temmuz 2013

02 Temmuz 2013

Konuşa Konuşa.... sevgi / Park Forumları

 
 
Konuşmak, hep yaptığımız gibi... Ona buna bir şey anlatmak, kızmak, söylenmek.... o veya bu şekilde konuşmak... Hep konuşuruz biz... Ama hiç böyle bir konuşmaya şahit olmamıştık... Nasıl mı?
 
Geçen gün Tunalı'da Kuğulu Park foruma gitme şansını yakaladım. Evim şehirden uzakta, işlerim de yoğun olunca zor zaman bulabildim. Bir yanım konuşulanları merak ederken, bir yanım ilk kez zaman bulabilmenin suçluluğuyla kavrularak, çimlerdeki yerimi aldım. Forumlarda neler konuşulduğunu internet üzerinden www.parklarbizim.blogspot.com adresinden okusam da, bu bambaşkaydı.
 
İki avukatın, "Direnişin 1.ayında eylemlerin hukuki boyutu"  konu başlığında yapılan bu forumda  ilgimi bu iki avukat dışında en çok mikrofonda konuşmak için söz alanlar çekti.
 
5 kişinin konuşmasına şahit oldum. Biri inşaat işçisiydi, biri eylemlerde gözaltına alınmış emekli öğretmen bir bayandı, biri genç bir üniversite öğrencisiydi, bir de deniz kaptanı vardı konuşanlar arasında... Hepsi bambaşka kültürlerden, bambaşka hikayelerle oradaydı. Öfkeleri, olaya yaklaşımları farklı farklıydı. Ama konuşuyorlardı. Konuşmak, bir topluluğun karşısında, bütün samimiyetinle, zorunlu olmadığın bir duruma rağmen, anlatmak kendi kelimelerinle, bir metine bağlı kalmadan, belki ilk kez bir mikrofonu tutarak, kime hitap ettiğini bilmeden, sadece konuşmak... Zordur tüm bunlar...
 
Mikrofon bana hep çok soğuk gelir. Bir kaç kez elime alıp, topluluğa konuşma yapmışlığım var. Ellerin titrer, sesin kulağına garip gelir mikrofon elindeyken... Anlattığına mı konsantre olmalısın, konuştuğun topluluğu mu takip edip, nabzı tutmalısın bilemezsin o an... Bu insanlar hiç öyle değildi. Söz çıkmak istiyordu yüreklerinden sanki...  Anlatmak istiyorlardı. Bazı konuşmalar hafif öfkeliydi ama o öfkenin sözden akması lazımdı. Bazı konuşmalar uzlaşmacıydı ama belki çimlerde oturanlar arasında henüz uzlaşma çizgisine gelen çok az insan vardı.
 
Yine de konuşmak... Sözlerin duygu kirliliğinden, cümlelerin anlamları dışında taşıyabileceği enerjilerden arınarak konuşup, cerahatini boşaltmak,... Bu çok garip bir enerji yaratıyordu parkta... Konuşarak sağaltılıyordu yaşananlar sözcüklerin gücüyle.... Aynı, hala devam etmekte olan direniş süresince, duygularımızın umutla - umutsuzluk arasında terazide sallanışı gibi,  sözler de terazinin iki tarafındaydı. Bir oraya - bir buraya ağırlıkları oynuyordu, ama sözde de doğruyu yakalamak için terazinin salınmasına ihtiyaç vardı.
 
"Ben ameliyim" dedi biri... Kimse ne bu adamı gözleriyle yerdi bu durum karşında, ne de vicdanını devreye sokup alkış yaptı bunu söylediğinde... O da bizdendi sonuçta... ve konuşmak, anlatmak istiyordu bu hiç tanımadığı kalabalığa içindekileri.... Aldığı maaştan bahsetti, geçimini anlattı. Güzelce toparladı konuşmasını, teşekkür etti. Alkışladık, aramızda olduğu için alkışladık. İçini dökebildiği için rahatladık sanki hepimiz... Dinlemek lazımdı artık... Dinleyerek anlamak.... Hepimizin ihtiyacı olan şey, dinlenildiğini, anlaşıldığını bilmek... Direnişin farkındalık çubuğu çokça yükselmişti "ötekini anlayabilmeye"  kadar... Sıklıkla bu hisle doldum etrafıma bakınırken....
 
"Ben emekli öğretmenim" dedi bir kadın.... Elinde torbası, ev alışverişini yapmış geçerken uğramış parka... Hepimizin annesine benziyordu. Mikrofonun ciddiyetini hissederek duruyordu yerinde... Eylemler zamanı gözaltına alınmış. Polislere kızgındı. Gözaltını hikayesini çok anlatmadı  ama şöyle dedi, " ben öğretmenim, benim yetiştirdiğim polisler de olmuştur". Bilirsiniz öğretmenler, herkesi öğrencisi görür ve hep "öğretmen" duruşunu sergiler. Kırılmıştı belli ki, kendi öğrencileri polis olmuş olabilirdi ve o öğrenciler bunu ona yapmazdı. Elindeki torbasını hiç bırakmadı, hazır ol duruşuyla konuşmasını bitirdi, alkışlandı. O konuşmayla bir şey başardı o kadın o gün, o topluluğun içinde bulundu, sözlerini anlatabildi. Eminim evine gittiğinde, alışveriş torbasını boşaltıp, aldıklarını buzdolabına yerleştirirken, içi birazcık daha rahatlamıştı. Çünkü anlaşılmıştı.
 
Konuşmak... bazen öylesine, bazen nedenli.... Bazen "ay! ne dedim ben" diyebileceğimiz kadar şuursuz... Bazen "iyi ki dedim" diyebileceğimiz kadar etkili.... Konuşmak, sırf konuşmak için bazen... Ama sıklıkla böyle ileteşebildiğimiz için... Tek yöntemimizin bu olduğunu sanarak...
 
Parkta kocaman bir aile gibiydik... Ağaçların altında nötrleniyorduk. Toprak şahitti. Herkes konuşabilir, herkes söylebilir dilediğini... Biz tek BİR enerji olmuştuk çoktan zaten... Hep beraber söylenecekleri bitirip, kalbimizdeki sevgiye varmak için çok sözden- az/ÖZ söze geçmek için akıtmalıydık sözlerin enerjilerini... Sonra sadeleşip, kalbimizdeki yere, sözsüz birbirimizi bildiğimiz yeri hatırlayacaktık böyle böyle....
 
 
Anlatmasan da biliyorum içini
ama anlat yine de dinlerim her şekilde
ve unutma anlıyorum seni....
 
Bu cümle yıllardır hepimizin duymaya özlem duyduğu şeydi.
Ötekileşme- anlaşılmadığında başlar. Anlamadığın şeye yabancı kalırsın.
 
Şimdi dinliyoruz.
 
Ağaçların gölgesinde, elimizin değdiği toprağın enerjisiyle biliyoruz, anlıyoruz biz birbirimizi, yüreğimizden geçenleri...
 
Bu biraz sürecek. Konuşacağız parklarda, ofislerde, mesai aralarında, aile sohbetlerinde... Herkes konuşacak, anlatacak. Kimse yargılanmayacak, yargı çünkü epeski bir enerji... Konuşan dinlenecek, anlamadayız çünkü... Anlayıştayız artık... Olduğu gibi kabul etmek yepyeni bir enerji... Konuştukça  boşalacak hırsımız, öfkemiz, yalanımız, kaygımız, umutsuzluğumuz... Umut yeşerecek, fikir yeşerecek, dostluk, kardeşlik yeşerecek tüm bunların yerine... Ortak akıl yol verecek yeşerenlere ve güzel şeyler olacak sonrasında...
 
İşte o zaman şimdilerde sıklıkla yüreğinizde hissettiğiniz, "bunca kargaşanın arasında bu da ne ola ki" dediğiniz ve gülümseten SEVGİ'yi yazacağız her yere...
 
Diren'meden....
sarılarak....
....birbirimize...
 
 
 
Brajeshwari.dd / 1 Temmuz 2013